Melek Rada, Kosovalı bir arkadaşımız. Türk. Zalim Sırplar, Balkanlarda Türk avına çıktıklarında 7 yaşında bir kız çocuğu.
Oradaydım!
Bombalar patlarken oradaydım!
İnsanlar ölürken oradaydım!
Kosova’da savaş yaşanırken ben o savaşın tam ortasındaydım, oradaydım!
Korkmuyordum çünkü yedi yaşında bir çocuktum. Yaşanan o savaşın içinde kalmış, olan biteni anlamaya çalışıyordum. Savaşın kötü bir şey olduğunu anlamıştım ama ne tür felaketler doğurabileceğini anlayamamıştım. Neden her gece bütün ailenin bize geldiğini, neden pencerelerin kocaman, kalın örtülerle örtüldüğünü, neden ekrandaki haber sunucusunu herkesin pür dikkat dinlediğini, neden sokağa çıkıp oyun oynayamadığımı ve neden hep evde oyun oynadığımızda ‘’Sessiz olun!’’diye bizi uyardıklarını anlayamıyordum. Savaşın kötü bir şey olduğunu biliyordum ama o yaşta bana ‘’Savaş nedir?’’ diye sorulsaymış büyük bir ihtimalle ‘’Kötü bir şeydir. Sokağa çıkıp oyun oynayamıyorum, canımın istediği yerlere gidemiyorum’’ derdim. Peki ya ölüm? Bana göre ölüm yoktu. Savaşta bir sürü insanın gidipte gelemediğini, bir sürü insanın öldüğünü bilmiyordum. Sadece savaşta dışarı çıkamayacağımı biliyordum ve bu yüzden kötü bir şey olduğunu düşünüyordum. İnsan büyüdükçe anlıyor olanları. Savaşın buram buram ölüm koktuğunu, insanların ellerinin kana bulandığını, annelerin-babaların içlerinde tarifsiz bir acı olduğunu, çocukların ailesiz, tek başına kaldığını anlıyor insan.
Yaşanan her şeyi hatırlıyorum. Aslında bir felaket olan ama bana göre o zamanlar pek bir şey ifade etmeyen her şeyi hatırlıyorum. O zaman bana fazla bir şey ifade etmeyen olaylar şimdi hatırladıkça ürpermeme neden oluyor. Çıkış kapısının önündeki mavi renkli içi eşyalarla dolu küçük çantayı hatırlıyorum mesela. Çantayı alıp önce Makedonya’ya oradan da Türkiye’ye gidecektik, bir daha dönmemek üzere. Her şeyi evimizi, barkımızı geride bırakacaktık. Ben bunları da bilmiyordum. Sadece Türkiye’ye gideceğimizin mutluluğu vardı içimde. Ama olmadı, sınırlar kapandı ve biz savaşın ortasında kaldık. Sınırlar kapanmasaydı bile Türkiye’ye sağ salim varabileceğimiz kesin değildi çünkü sınırlar ülkeden gitmek isteyip Sırplar’ın gazabına uğrayan bir sürü insanla doluydu. Sınır boyunca bir sürü terkedilmiş araç, bir çoğunun içinde Sırplar tarafından öldürülen günahsız aileler. Bu yüzden diyorum ya gitseydik bile sınırda öldürülen insanlar arasında bizler de olabilirdik.
Sırplar kapı kapı gezip evlerde ne kadar erkek varsa alıyor yeşil kamyonun arkasına atıp götürüyordu. O kadar erkeğin nereye götürüldüğü bir muammaydı. Kimileri geri döndü, kimilerinin de hala hayatta olup olmadığı belli değil. Birçok annenin, kadının hala içinde umut var, belki kocam, oğlum bir gün gelir, diye. O kadar erkeğin yaşadığına ya da öldüğüne dair bir bilgi yok. Ortada ne yaşayan insanlar var, ne o insanların cesetleri ne de bir mezarları.
En sonunda bütün bunlara ve daha bir sürü olaya rağmen bir yerden şöyle bir ses yükseldi:
NATO geliyor! Sonrası bir şenlik, bir mutluluk. Herkes sokaklara NATO’yu karşılamaya çıktı. Ben, kızkardeşim ve kuzenlerim ellerimizde bahçeden kopardığımız çiçeklerle kapının önünde bekliyorduk. Her helikopter geçtiğinde bahçeden çiçek kopartıp gökyüzüne doğru atıyorduk. ‘’Acaba helikopterden gözüküyor mudur?’’ diye soruyorduk birbirimize. NATO’dan sonra Mehmetçik geldi ve Mehmetçik’in gelmesi insanları daha çok mutlu etti. O gün babamın beni uyandırdığını ve ‘’Kalk Mehmetçik’i karşılamaya gidelim’’ dediğini hatırlıyorum. Anlam veremedim önce. Bana göre Mehmetçik, Mehmet isminde küçük bir çocuktu ve küçük bir çocuk olduğu için de ona Mehmetçik diye hitap ediliyordu. Şehrin merkezine Mehmetçik’i karşılamaya gittik. Daha önce hiç bu kadar çok insanı bir arada görmemiştim. Bir sürü Prizrenli araçlar içinde ve hepsinin ellerinde kocaman Türk bayrakları. ‘’Türkiye, Türkiye’’ diye bağırıyorlar. O kadar etkilenmiştim ki! O gün benim için gerçek kahraman Mehmetçik oldu. Artık sokağa çıkıp oyun oynayabiliyordum. Her dışarı çıkışımda cebimde bir tükenmez kalem bulunduruyordum ve sokakta gördüğüm her Türk askerine tükenmez kalemi uzatıp elime, koluma imza atmalarını istiyordum. Onlar benim için kahramandı ki hala öyleler.
Kosova’daki savaş çok uzun sürmedi. İki belki de üç ay sürdü. Bundan dolayı da bizim sık sık kullandığımız bir cümle haline geldi ‘’Ülke olarak ucuz kurtulduk’’ cümlesi. Kime göre, neye göre, hangi ülkeye göre ucuz kurtulduk? Bosna? Filistin? Suriye? Bu cümle benim için değeri olmayan bir cümle. Ben kurtuldum, ailem kurtuldu ama başka bir mahallede, başka bir şehirde birçok ailenin canı yandı. Bu yüzden nefret ettiğim bir cümle haline geldi.
Savaşı yaşamayan ve yaşayan insanlar arasında dağlar kadar fark vardır bana göre. Biri o felaketi yaşamış, diğeri yaşamamış. Savaşı yaşamayan savaşın nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilemez. Sadece üzülür, sosyal medya aracılığıyla ‘’savaşa hayır!’’ diye mesajlar verirler. Savaşın nasıl bir şey olduğunu bilmek sokakta bir Suriyeli çocuk gördüğünde ‘’Her yer Suriyeli doldu’’ demek değildir. ‘’Onun yerinde ben de olabilirdim’’ demektir. ‘’Onun yerinde ben de olabilirdim’’ bunu kalbimin derinliklerinden hissederek söylüyorum hep ve o çocukların hissettiklerini acı verici bir şekilde hissediyorum. Savaş acımasızdır. İnsana acıdan başka hiçbir şey vermez.
Melek Rada, İzdiham 22. sayı
İZDİHAM