Melih Cevdet Anday, Raziye
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…Bunu daha önce bir kahin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı alt üst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar.
Dağdan kopan ve yuvarlanıp yola düşen taş nedeniyle ancak bir hafta önce geçişe açılabilmiş olduğunu söyledikleri -yolcuların birbirlerine hep aynı sözcüklerle, hep aynı şaşma ünlemleri çıkararak, bıkıp usanmadan- kaya parçaları dolu dönemeci, çok ağır ve sarsıla sarsıla geçtikten sonra, sağa dönüp inişe koyulduk ve bir yanında -deniz yani- okaliptüs ağaçları sıralanmış, öte yanı da dağın eteklerine değin zeytin ağaçlarının buğulu yeşili ve sıcaktan titreyen örtüsü ile sarılmış uzun yola girdik.
Menzil yaklaşırken makine, ahırına dönen ata benzer sabırsız yolcu için kendiliğinden hızlanır sanki, sağa sola sekerek, dayımın mektuplarından (ki tarihleri epey eskimiş olmalıydı daha o zaman) aklımda kalanları bir araya getirerek ve kimi yolcunun inmeye hazırlandığını görerek, bir de evlerin, bostanların, eşeklerin, küçük çocukların sıklaşmasından, köye geldiğimizi anlıyordum, ama sabırsız değildim.
Bir bakıma sabırlı olmaya geliyordum buraya. Yalnızca kır yaşamını bilmediğim için değil, özgürlüğümü kim bilir ne sürem boyunca daralttığım, o güne değin bilmediğim bir başka düzene sokmak zorunda kaldığım için. Burada geçecek günler, aylar yitmiş sayılsa da ne çıkar diye düşünüyordum. Gençtim, yitirmek için çok ömrüm vardı. Belki de bu yüzden diye geçiririm içimden, bu cömert duygululuğumdan ötürü ödüllendirildim. Yitiren kazanır, evet, ama o’nu bir akşam üzeri, karanlık bastığı saatlerde, bir daha hiç görmemek üzere yitiren ben, nasıl olur da kazançlı sayılabilirdim? Ödül onu tanımakla verildi bana, onu sevmekle verildi, o kadar.
Kuru dereyi geçip benzincinin önüne gelince minibüs durdu, şöför dikiz aynasından beni arayarak:
-Burada ineceksiniz, dedi.
Çiklet çiğnediği için, birinin taklidini yapar gibi konuşuyordu. Bakışından nedense, benim hareketlerimi inceliyormuş kuşkusuna kapıldım, otuz kilometrelik yol boyunca ilk kez. Bu yüzden “Demek burası” sözünü kaçırmadım ağzımdan. Bilmediğim bir yere geldiğimi anlamasın istedim. Gereksiz bir kaygı bu. Fakat büyük kentte arasız izlediğim, kaçıp saklanmaya alıştığım için arasız kuşku içinde yaşıyordum.
Bavulumu ve boya kutumu alıp yolcuların arasından güçlükle geçerek aşağı indim. Minibüs soşe boyunca yoluna koyuldu. Ters yönden nazlı bir kaplumbağa geliyordu.
Sıcaktı. Görünümü, alıcı gözüyle ve biraz da nedensiz sevince benzer bir duygu ile gözden geçirdim. Toprak kuru ve tozluydu. Taşlık derenin iki yanındaki seyrek zeytin ve yaşlı çam ağaçları sıcağın altında, başlarını önlerine eğmiş gibi uyukluyorlardı. Yaprak kıpırdamıyordu. Yalınayak küçük bir köylü çocuğu, arkasında kocaman bir köpek, koşarak yanımdan geçti. Bana bakmadılar geçerken, sonra köpek dönüp baktı. Her şey ağırlık ve ciddilik içindeydi.
Ağaçların daha yoğunlaştığı ve çeşitlendiği sağ yanda, uzakta, köy evlerinin damları görünüyor, bunun da arkasında yeşil örtülü, görkemli dağ yükseliyordu. Limon kokusu geliyordu köyden. Hiç kimseyi beklemeyen bir yerdi burası. Bu yüzden de, insan, gereksizliğinin tadını duyuyordu, kendine değiyordu sanki.
Otobüste uykusuz bir gece geçirmiştim. Son durak olan kasabaya varışımızda, minibüsün hareketini beklerken, bir çınarın altındaki kahvede, sabahı, gölgeyi ve kırmızıyı emmiş çaydan iki bardak içmiştim. Korka korka çevreme bakıyordum beni bir izleyen var mı diye. Yüzümü kapalı tutmaya çalışıyordum. Sonraki kısa yolculuğum ise çevreyi incelemekle geçti. Yapmayı kurduğum boyalı boyasız resimlerin hep görünüm resimleri olacağını düşünmüştüm. Resimden başka hiçbir şey düşünmemeye bakıyordum. Olayların dışına çıktığım için, (gerçekte arasız onları yaşıyordum) doğa beni çok ilgilendiriyordu. İnsanın, nerede olsa doğanın içinde bulunduğu gerçeğini sanki hiç anlamamıştım da, ona burada, uzun ve yorucu bir yoldan sonra kavuşmuştum. Dayımın evini bulmasam, ya da onun artık burada olmadığını öğrensem de, bir ağacın altına yerleşecek, eşyamı çıkaracak, burada kim bilir ne kadar sürecek konukluğumu bir tanınmazlık içinde geçirecektim, çevresine uymuş kabuklu bir böcek gibi.
Özgürlüğün, yalnızlığı ve doğayı gerektirdiği düşüncesi bir kuş gibi uçmaya başladı önümde. Başımdan geçen olayların verdiği sinirliliği mi üzerimden atmak istiyordum, yoksa gücünü topraktan alan Tanrı Ante gibi elimi yere dayamak bana yenıden hız verir diye mi düşünmüştüm? İnsan karmaşık bir yaratıktır,kendini tanımak için dur dinlen bilmeden çabalar.
Köyü sağımda bırakarak, denize doğru, ağaçların arasındaki izlekten yürümeye başladım. Burada toprak hafifçe bayırlaşıyor, bu yüzden iniş beni bavulumun ağırlığı ile öne, aşağıya çekiyordu. Ayağımı taşlara çarpıyordum, dengemi bulmak için sağa sola yalpalıyordum. Daha günün erken saatleri olduğu halde güneş bütün gücünü duyurmaya başlamıştı bile. Görülmemiş bir aydınlık, doğada da, zihninde de hiçbir belirsizliğe olanak bırakmıyordu; her şeyi ile çıplak, gizlisiz, kuruntusuz, katıksızdı.