Site icon İzdiham Dergi

Merve Koçhan, Boş Eve Korna Çalmak

“Ihlamur ’un altında…”

Dedem,  küme evlerinin en uç kısmında yağmurun en çok yağan tarafında bir ev kurmuş. Burada her evin adresi birbiriyle aynıdır. Maçka’nın yüksek rakımlı köylerinde birbirinden uzak evlerin adreslerine hep aynı ismi vermişler, “Küme evleri”. Hüviyeti olan ancak yetim kalmış bir çocuk gibi iki dağın ortasında yıllarca yaşlanan taş alanlık bir yer burası. İşte Dedem Hatsaveradan, Soldoydan kaçıp Kilar dedikleri bir ormanın içinde Karamürsel sepetleriyle taşıma kumu yoğurmuş, ev yapmış Babaanneme. Ne de olsa bir insanın bir insana ev olması onu ilk sahiplenmesiyle başlıyor. Sonra bu ev sahipliği kendini ete kemiğe bürüyor. Gerçek bir evin inşaatı ilk kalpte başlıyormuş. Yani insanoğlunun yıktığı kadar yapabilen elleri var ve bu eller sevince mimar ediyor sahibini. Değil mi ki insan ancak sevgi inşa ettiğinde âşık o aşığa ise yuva olduğunda mimar oluyor. Zoko (dedemin lakabı) bu taş alanda bir aşkın mimarıydı. Güneşin camı erittiği sıcaklık altında, tarlada mezarın içinde otları üstünde henüz yeni bitmiş babaannemin öldüğüne alışmaya çalışıyorum. İnsan yaratıldığı toprağa gömülür der eskiler, kendi eseri babam olan mimar dedem ölünce farklı bir yerde gömülmüştü. Yaratıldığı toprak ayırmıştı bir tek onu babaannemden. Aynı hamurdan olmasa da üstlerine yağan yağmur, biten ot aynıydı. Gerçeği teselli süslenmiyorken aşk ezele yetmiyor, onunda bir süresi varmış. Ben babamın eseri Kodilya adlı tarafa bakarken 10 yıl olmuş mimar dedem öleli.

Babaannemin tüm gün boyunca tahta değnekleriyle ıhlamurun altında yoldan geçen arabaları izlediği köşede yalağuzlanıyorum. Tarih tekerrürden ibarettir. Bir yıl önce onu gören şimdi ıhlamurun altında bana rastlıyor. Volkan Konak saçlarıyla suv aracıyla dolmuşçuluk çeken Aygün Abi’nin beşinci kere indiği Mağura köyü Perşembe güneşi altında onun aracının tekerlekleriyle şenleniyor. Sessiz yerde insan, kalabalığı arıyor. Annem her yıl olduğu gibi işleri erkenden bitirince halamla birlikte İslamli denilen yerde atalarının mezarlarını ziyarete gitti. Çünkü artık mezarlıklar daha kalabalık… Ben babaannemle kalmayı tercih ettim. Bu yüzden görebildiğim tek şey Aygün abinin arabası. Ne de olsa babaannemin benim için; “Nereye gitse erken döner”, dediği insanı haksız çıkarmak istemedim. Taburede oturmuş yola bakıyorum. İnsan insanın tekrarı işte cinsine çekmiş bir torunum. Gözlerimi kısıp uzakları hedef alıyorum. Göz kapandıkça görüş alanım açılıyor. Yaklaşık 2 kilometre ötede Ercan’ın evi var. Babaannemin yıllarca evinin ışığından yandıkça güç aldığı görmekte zorlandığım bir ev uzaktaki. Korkusunu bastırması için başka çaresinin olmadığı bu uzaklığa gözlerim hayret ederken bir yandan tarlanın içindekini mezara bakıyorum. Ölüm tarihi bu bahar Mayıs’ın 15’i. Bir yandan zihnim; içinde mandal olan market poşetinin rüzgârda sallanırken çıkardığı sesini dinliyor. Bugün Ağustos’un 15’i.  Tuhaf bir hüzünle tabiat zihnimi işgal etmeye devam ediyor. Karşıda her zaman kestirmekten imtina ettiği kavak ağaçları tam bir taç utangaçlığı içinde süzülüyor. Merek ’in( saman konulan barakadan bozma ahşap ev) yanındaki ceviz ağacı tentene ve payanlara değip gaipten sesler çıkarıyor. Yıllarca sesin dinmediği, canlılığın bitmediği çiçeklerin açmaktan bıkmadığı bu yerde büyük bir hüzün ve çöküş var. 

Maçka’ya neden geldiğimi bilmiyorum. Sevdiğim her şeyi yitirdiğim yere dönerim, ondan mı? Yoksa bu kadar kötü insanın arasında iyi kalmaya çalışmak beni İstanbul’dan buraya mı sürüklemişti? Çözmem ve inşa etmem gereken bir konu mu vardı zihnimin içinde? İnsan kendini yontmadığı sürece bir ev çıkaramıyorsa içinden bütün yolculuklar insanın kendi evini bulmaya çalışmasına karşılık geliyor olmalıydı. Yaşamak ancak insanın evi olunca gerçekleşen bir şeyse bur gerçek bir ev değil ait olunması gereken bir duyguydu. Gün geçtikçe ne çok bilmediğim şey ortaya çıkıyor kendimle ilgili. “Tanrı benimle ne kast etmiş olabilir?” diyen Soren gibi Allah karşıma çıkardığı insanlarla bana nasıl bir mesaj vermek istedi de kurtulmak istediğim her şeyden, kendim dâhil olmak üzere buraya kadar gelmiştim. Daha Temmuz’un ortasında çıkıp geldiğim Trabzon daha dün havasına şükrettiğim bu yer, geride bıraktığım 6 yılımı nasıl restore nasıl tolere edeceğimi düşünürken içinde kaybolduğum gerçek bir orman olup çıktı şimdi. Bu kışlanın ortasında boşluğun içinde kavakların yeline bakıyor, karayemişlerin çürümesini izliyor, 23 Nisan kuşunu dinliyor, babaannemin mezarındaki çitlere bakıyorum. Herkesten uzakta bir zihni susturmak onun daha konuşmasına sebep veriyormuş. Sanırım insan bir tek ölünce sınır çizebiliyor her şeye. Aşka çizilen hudut yalanmış şarkılarda, asıl en sahici ölümdür hudut çeken insana. Ölümü bildiğimiz kadar biliyoruz. Ölüm var, her insanın gerçeği, yalan dünya diyoruz amenna. Ancak yaşayanın sınırı uzaklara gidince çekilmiyor. Ben zihnimin gittiği her yerde sınır ihlali oldum. Ama Babaannem öyle bir sınır çizdi ki herkese ona seslense bile karşılıksız bırakmadığı bana tepki vermiyor sesimi duymuyordu. Bence sınırı da, ölümü babaanneme sormalı, görünmeyenin ardını dünya gözüyle nasıl kaldırdığını bir tek o bilir artık. Ölümle dünyaya hudut çizen insanlardan bir tanesi olarak ve de…

Babaannem diyorum, sana toprakta da dua edeceğim diyenimdi. Babaannem sadakatin mimarisiydi. İşte bu gelişimde Maçka’nın bana sırrı bu yüzdendi. Sanırım onu bulmadan dönmeyeceğimi kendisi de biliyordu. Trabzon’a yolculuğa çıktığımız gün Gülhan’a yazdım. Gidiyorum dedim. Sebebi yok! Gidiyoruz… Sende gel dedim…. Onu egemeni hüznümün olduğu bu işgal yerine davet ettim. O 78 ili devirirken ben ıhlamurun altında oturduğum sandalyeyi bile değiştirmedim. Geldiği günü unutmuyorum. Toprak yolun kıvrıldığı noktada taksiden inerken verdiği parayı görmeden veren bir heyecanla turuncu çantasını sırtlamıştı. Her zaman çıkmaya üşendiğim evin dik yokuşunu onun esprileriyle bir anda devirmiştik. Ve eve girer girmez giydiği şalvarıyla Kapıköy’e doğru bir resim çekildi. Maçka’nın taşlı yolları, saçları iki yanda kızıl meçli Kırşehirli bir kıza çabuk alışmıştı. Fotoğraf güzeldi. Maçka güneşliydi. Biz mutluyduk. 

Akşam’ında birlikte kurduğumuz sofrada sohbet ederken ona yazarlık konusunda kendi eksiklerimden bahsettim. Onun her cümlede beni desteklemesi adeta bir öğretmen gibi yol göstermesi “yazar, yazanın düşmanı değildir” düşüncesini doğurmuştu kafamda. Anladım ki güvenin mimarisi de varmış. Gülhan’la ertesi günü Çakmak adı verilen yüksek bir tepeye çıktık orada karşılaştığımız beyaz bir köpekle bütün köyü dolaştık. Köyden eve inerken köpeğe Bobi ismini verdik. Eve varınca Gülhan’ı İstanbul’a uğurlayacaktım. Bobi benden önce davrandı. Gülhan gitti. Bobi de daha gelmez, demiştim. Ancak ertesi günü “korkma ben burdayım” der gibi Bobi kilometrelerce uzaktan beni görmeye gelmişti. Üstelik Bobi’nin gerçek isminin Bobi olduğunu da sahibinden öğrendik. Sanırım köyün her bir evinin adresinin aynı olması gibi köyde bütün köpeklerin ismi de Bobi’ydi. Mağura köyü direngenliğin yeriydi. 

Maçka’nın bana bir sırrı olduğunu söylemiştim bu gidişimde üstelik yalan da değildi. Yazmaya Gülhan’ın sözleriyle yeniden başlamıştım. Dönmeye yakın Aygün Abi bizi çarşıya indirirken rahmetli diye yâd ettiği babaannemi büyük bir özlemle andı. Ona kimi zaman ev ihtiyaçlarını ulaştırırken babaannemin ıhlamurun altında izlediği araçların hiçbirinin kendisine korna çalıp selam vermediğinden dem vurduğunu söyledi. Aygün Abi’nin kirpik diplerini sızlatan bu durum içine öylesine işlemişti ki; “Selma Teyze’nin ruhu hiç incinmesin, evin ne zaman önünden geçsem hala korna çalıp ses veriyorum”, demişti. Bu derin söz karşısında ciğerimi bir köz odunla dağladılar benim. Yani kırçıl saçlı delikanlı Aygün Abi ölmüş babaanneme devam eden vefasından dolayı o boş eve hala korna çalıyordu.  İstanbul’a dönene kadar yoldan geçen araçların eve korna çalıp selam vermesini bekledim. Kimsenin babaannemi unutmasını istemedim. Küçük mavi taburede evin sınırları dışına çıkmadan, mezara ve hatıralara ev olmak istedim. Ihlamurun altında Aygün Abi’nin dışında evin önünden geçen hiçbir taksiden korna sesi duymadım.

İZDİHAM

Exit mobile version