Ellerindeki ojeye baktı. Ojenin fazla sürülmüş kısımları vardı tırnağının üzerinde. Biraz fazla kaçırmışım, dedi. Hayret verici bir gülümseme yerleşti yanaklarına. Sinirden gülüyordu ama ne gülüyordu. Gülüyordu peşin sıra. Güldükçe gamzesi iyice çukurlaşıyordu. Tırnaklarını ağzına götürdü. Dişlerini dudaklarına geçirdi ve kendini kemirmeye başladı. Dudaklarını kemirirken fazla baskıdan kanattı. Ona göre bu acı his Caser Pavese’nin şiirinde de vardı. “Artık sabahları da kaplıyor acı…” dedi. Biraz daha gülümsedi. Kan, gamzesine bulaştı.
Dakikalarca küflü bir duvarı izledi. Burnuna değen kan kokusu, odaya da sinmişti. İlaç deposu gibi kokan odasında gözlerini dolandırdı. Odanın kirişine tırmanan karıncanın evini merak etti. Köle karıncanın kuyruğundaki beyaz yumurtayı gördü. Gövdesinin alt kısmında minik bir hava yastığı taşıyor, dedi içinden. Düşse bile ölmezdi artık karınca ona göre. Onun yokuşları benimkinden daha dik ve zor değildir diye düşünmeyi sürdürdü. Rutubetin üzerinde yumurta sürükleyen karıncaya özendi. Her şeye geç kalan kendini artık bir karında olarak bile hayal edemedi. Düşüncelerini reddedeceği başka bir kendisi olmasını istedi. Duvarda yürüyen işçi karıncasından daha küçük bir şey bile olabilirdi, buna da razıydı. “baksana yemeği hazır dedi, çocukça” Bi’ gülümseme duydu ardından hem de yanı başında. Ona yüzünü asıp – neyse tamam- bunu geçelim hiç komik değil, dedi. Uzatmak yoruyordu. Yanındaki elini ağzına götürdü içindeki son kıkırdamayı dışarı çıkardı. Devam etmek de tam yanı başındakine göreydi. Birbirine zıt iki şey birbirine sırtını döndü. Ancak çocukluk bu ya, yanı başındaki durmadı. “Demek ki odanı karıncayla paylaşmayı kabul etmiştin” diyerek konuşmayı tırmandırdı arsız… Arkasından dolaşıp başının ucuna geldi kulağına eğildi:
-Her defasında beni yarıda kesmenden rahatsız oluyorum. Beni çağıran sensin. O halde neden bu kadar uzaksın. Düşünmeyi bırak. Belki o zaman beni de gerçekten bırakmış olursun. Böylece ikimizde birbirimizin gerçek bir yalanı olarak kalırız. Nasıl olsa buna da kendini inandırırsın, dedi.
Bu fısıltı karşısında konuşmadı. Ancak sessizlikte canlanır diye korktu kendince. Gözünü kapattı. Sımsıkı sıktı. Gündüz olmadığına ikna etmek için yüzündeki iki boncuk kapadı kirpiklerini. Salkım saçları düştü alnına. Alnı kaşındı kızardı. Saçı olmasaydı alnında yürüyen ateş bacaklı güvercini sahiplenirdi. İşte o zaman ateş güvercini: alnını tahriş eden, kaşındıran o saç olmaktan uzakta dururdu. Onun için gerçekdışına çıkmak odanın kapısını açmak kadar kolay bir şeydi. İnanmakla başladı çocukluğu ve hiç büyümediğini anladı. Ama küçülmenin insanca olmadığına çoğuz kez şahit etti gözlerini. Sırdan geçti, serden geçti. Kendini seçemedi bu hayatta. Gözlerini açıp yatağından doğruldu.
2 Kasım 1999, alnının tam ortası…
Kocaman bi’ sivilce.” Hay Allah kahretsin! Sonra tövbe tövbe… Nedir şu çektiğim dedi.” Ciğerlerini kurutan yarım tablet ilaca bağlı olmaktan bıkmıştı. Ancak bedduası dönüp dolaşıp ona geri döner diye bulur diye evrene, geri aldığına dair af cümlesi gönderdi. “Tövbe Tövbe…”
Aynada sıktıkça daha derinleştirdiği sivilcesi estetikten uzak ama yakından bakılınca kendini görebildiği kuyuya dönüştü. Bu kistik yapının, o zaman başladığını bilseydi evdeki alman bıçağıyla onu yayıldığı yerden söküp atardı. İşte sabahları duyduğu o kan kokusu şimdiki kadar rahatsız etmezdi. Ama rahatsızlık onun elleriyle tutabildiği bir şey olmadığı için ona engel olamadı. Bir kuş olsaydı ona ev olurdu. Onu sahiplenecek yüreğe ve merhamete sahipti. İnsan ancak görebildiğine ev oluyor, dedi. Ya Göremediğine? Bu cümlesiyle kendi alnında düşmanını yaratırken kör bir savaşçı olduğunu hatırladı. Kılıcını boşa sallayan boşlukla savaşan rahatsız biriydi. Rahatsızlık, siz onun farkına varamadığınızda dostunuz gibi görünür. Oysa göremediğiniz için düşmanınız olduğunu bilemiyorsunuz. Peki, siz baktığınız bir şeyin kuyumu yoksa aynası mı olmak isterdiniz? Keşke onun için de bunu cevaplayabilecek gerçek bir şey olsaydı…
Gitmediği doktor kalmamıştı semtinde. Hepsi başka tedavi uyguladı. O kadar çok ilaç içmeye başladı ki eczaneden ilaç kutusu temin etti. Her ilacın ayrı günü vardı. İnsan yalnızca girdiği ortamlarda ve işe gittiği günler için maske takmıyordu yüzüne. Pazartesiyle cumanın tadı başkaydı mesela. Çarşambaları içilen ilaç ekşi ve acıydı. Keşke bedeninde acısını örten bir maskesi olsaydı, ilaç yerine. Askıdan bir yüzü alıp takmak kolaydı. Harikulade, insanın içini de örten bir şey olsaydı, dedi. Bir an bu sivilcelerin içinde çıktığını hayal etti. Vücudu seğirdi. Korku ile tiksintiyi aynı anda deneyimledi. Düşündü sonra, doktor insanın içinde olanı göremezdi. İnsan dışardan tedavi edilir, içinden iyileşir ona göre. “Ya içimde çıksaydı, ne yapardım, dedi.” İçi güzel kaldığı için sevindi. Bir içi vardı. Güzel kaldığını hissettiği için mutlu oldu birkaç saniye.
Üçüncü ayında, cevahir Avm’nin tam ortasında kış ayazı onu alnından yakaladı. Turnikeden geçmeden çantasındaki silverdinle hametanı karıştırıp alnından çenesine doğru ovdu kendini. Güvenlikten geçerken çantasına daha çok dikkat etsinler diye merhemin gölgesinde kaybolmak istedi. Bazen Bergen gibi sol tarafında yer alan akneleri kapatıyordu. Ucu kırık saçlarına düşen gölge alnına da düşüyordu. Kırık gölgeli bir alınla gezmeyi öğrendi o vakitlerde.
Ancak yaşamı kaplayan bir şeye dönüşeceğini kendi bile hayal edememişti. Birkaç yıl önce Baltalimanın’da yer alan Sakıp Sabancı Müzesi’nde anatomi sergisine bilet almıştı. O gün Rüzgâr, Emirgan’dan önce İstinye de esmeye başlamıştı. Tersaneden geçerken zaman kendi varlığını İstinye’den Emirgan’a ispat ediyordu. Rüzgâr daha iddialı gibiydi. Baltalimanın’da neredeyse hortum çıkacaktı. O diğer yakada, sıcak kesimde oturduğu için rüzgârı öyle bir afet kabul etti ki, hayretini görenler için Coğrafya müfredattan düşebilirdi. Hayat bir ders değildi ona göre. Çünkü umursamak kadar ciddiye alınan bir tarafı olmamıştı. Bu yüzden zaman ve rüzgâr arasın yarışı daha fazla merak etmedi. Canını sıkan bir sağlık problemi yüzünden hayata küsmüş bir insana dönüşeceğini bilemeden yaşamayı oynuyordu. Amacı anatomiyi görebilmek ve karşısında biraz kahve içmekti o gün. Ancak daha ilk gördüğü resimde yaşadığı şaşkınlık kendi zihninde bir arkadaşı doğurdu.
Orta çağdan kalmış insan iskeletlerinin olduğu sergi oldukça öğreticiydi. Çok şaşırdığı bir iskelete denk gelmişti. İnsanın sol kaval kemiğinin yanında yedek bir kaldır kemiği olduğunu gördü. Aynı iskeletin ayağında da âşık kemiğinin olması o gün beyninde bir algı yaratmıştı. İnsan bedeni yalnız kalmamak içinde eksik hissettiği şeyi çoğaltıyordu. Belki de o vücudun fazladan bir kaldır kemiğinin olması ona bir ömür arkadaş olmuştur diye düşündü. Tarihin tozlu topraklarından sergiye uzanan iskelet o gün onun çapraz düşünme sisteminde hasar yaratmıştı. Korku ile tiksinti arasında lavaboya koştu. Kapıda bekleyen görevli bir şeyinin olup olmadığını kontrol etti. Görevli de şaşırmıştı. Ölmüş bi’ insan ayağından kaçıp gitmenin neyle bağlantısı olabilirdi. O gün başka bir olay yaşamadı kendi adına. Eve gitti ve erkenden uyudu.
2 Mart, kışın tam ortası…
Hay, Allah olacak şey miydi? Çarşambanın ilacı salıdan bitmişti. O gün ilaç içemedi. Otobüs durağında beklerken hiç ummadığı anda, bir ay önce gördüğü iskeleti hatırladı. Nasıl olurdu da bir insanın sol ayağında yedek bir kemik bulunurdu. Bedenin bir ihtiyacı mıydı? Yoksa Tanrı’nın lütuf mu? Gerçekten bir şeyin yerini doldurmak için mi oluştu yoksa fazlalık mıydı? Bu sekmeyi kapattı zihninde. Çünkü akşam çiğköfte yemek gibi daha eğlenceli bir sekme açılmıştı aklında. Avcılarda inerim yol boyunca yiyerek eve giderim diye düşündü.
Kemikle ilgili sorgulamalar gün geçtikçe çoğaldı. Ne çiğköfte kesti iştahını ne de sorgulamaları bitti. Yağmurlu bir günde odasının penceresinden bakarken dolabın arkasından bi’ ses duydu. Eşya yerine yerleşiyor herhalde dedi, sesin üzerine. Tıpkı alnının ortasında sivilce gibi odasına yerleşmiş olan dolaba yaklaşarak. Dışarıyı izlemekten vazgeçip aynanın karşısını denedi. Alnındaki gayya kuyusu, kalbi gibi derindi. İkisine giren çıkamazdı. Ne ilaçlar derisinden ne insanlar kalbinden. Bu derinlikten ancak bir mezar olacağını düşündü. Kalbinin bir mezar olduğunu sivilcesinden anlayan bir insan olmuştu. Belki de tek arkadaşı oydu. Bunları düşünürken dolabın arkasındaki çatırdama sesi arttı.
Aynanın yanındaki dolaba eğilip altında bir şey olup olmadığını kontrol etti. Hiçbir şeyin olmadığını görünce yan tarafında duran ayakkabılığı kontrol etti. Orada da bir şey yoktu. Daha sonra yatağına uzandı ve bu sesin alt komşudan geldiğine inanmak istedi.
Ses ona, “Merhaba, dedi.” Defalarca reddetti bu sesi. Bu sese ancak bir deli inanabilirdi. Kulağı yanlış mı duyuyordu yoksa? Dalga geçmek istedi sesle. “ öhömm efendim, ben deli yürek dedi dalga geçerek” Karşılığında kıkırdama aldı. Küçük bir kız çocuğuna ait gülüştü bu. İşiten kulak yine mi yanlıştı duymuştu? Sırtını döndü. Gözlerini kapadı. Orda mısın dedi, ses. Olmayan çocuk şimdi de konuşmaya başlamıştı kulağına doğru. Korkup mutfağa gidip su içmesi gerektiğini düşündü. Ellerinden destek alarak duvarlara dokuna dokuna gitti mutfağa. Suyu bir dikişte içip, dönüp odasına tekrar yerleşti. Sesi bu sefer başının üstünde duymaya başladı. Ellerinin üşüdüğünü fark etti. Bir ergen aklı en erken kaç yaşında yitirilir diye bilimsel olarak merak etti. Kalbinin kuyusu, zihninin kuyusundan daha sığdı, anladı. Yoksa alnında çukur biraz önce özerkliğini ilan edip seslenmişti kendisine. İnanamayıp aynanın önüne tekrar geçti. İkinci kere dikildiği yerde ilk kez bir gerçeğe şahit oluyordu. Alnında sivilcenin kendisiyle konuştuğunu gördü. Eğer bir deli değilse artık bundan sonrası için söz veremezdi. Bir süre alnından vücuduna yayılan ve ilaçlarla geçmeyen sivilcenin konuştuğunu herkesten gizledi. Çünkü kimsenin kendisine inanacağını sanmıyordu. Kendisinin alnındaki bu küçük dönüşüme Kafka bile inanmazdı. Gogol görse burnu canlanır, insan kesilirdi. Bir şey vardı ortada. Kimseye söyleyemedi.
Aylar sonra vücudundaki sivilceleri yatışmaya başladı. Uyurken alnındaki yüzünden sürekli rüyasında konuştuğu için, annesi şikâyetçiydi. Rüya olmasa, odan da birinin var olduğuna inanacağım diyordu. Zaman geçtikçe hiçbir ilacın alnındaki gayyaya merhem olamadığını anlayınca onunla arkadaş olmak zorunda kaldı. Kendi ile kendi arasında kalmış birinin başka sıkışacağı bir alan yoktur. Bir zamandan sonra alnındakini yazmaya başladı. Küçük kâğıtları sakladığı metal, kırmızı bir kutusu vardı. Zaten saklamasa da açıkta olan hiçbir şey ailesinin ilgisini çekmiyordu. Günlerce alnındakinin onunla konuştuğunu ve çaresiz kaldığını anlattı. Kimse okumadı o sözleri.
Alnındakiyle arkadaş olmuştu. Bir süre sonra onla anlaşamadığını düşündü. Konuşmadılar ama çok uzun sürmedi. Alnındaki onu bırakmadı. Hep bir yolunu buldu. Bir takıntı insanın kalbine düşmeyiversin. Söküp atmaya cerrah bile yetmiyor. Bütün cerrahlar takibe aldı alnındakini. Ama alnındakini almadılar. Alınsa tehlike kalsa tehlike bu kistin konuşabildiğini hiçbir cerrah anlayamadı. Hem herhangi bir cerrah, sivilcenin konuştuğunu duysa meslekten uzaklaşabilirdi.
3 Ağustos, odanın ortası…
Bir karınca küflü bir kirişin üzerinde ısrarla yürüyor. Bir ojesine bakıp bir karıncayı sorgulayan aynı zamanda sesin geldiği yöne kulak vermeyen o kız. Onunla tartışan alnındaki… Onu bırakamayan kız. Ona karıncayı gösteri kıkırdayan alnındaki. Manipülatif ve sinsi. Sergi sonrasında âşık kemiğinden etkilenmesinden kaynaklı bir sorgunun kurbanı çaresizce yanı başındaki arsızı dinliyor.
-Her defasında beni yarıda kesmenden rahatsız oluyorum artık. Beni çağıran sensin. O halde neden bu kadar uzaksın. Düşünmeyi bırak. Belki o zaman beni de gerçekten bırakmış olursun. Böylece ikimizde birbirimizin gerçek bir yalanı olarak kalırız. Nasıl olsa buna da kendini inandırırsın, dedi.
– Haklısın sanırım,
-Artık sana bir isim bulmamız lazım, herkes uyurken…
Konuşmaların içinde kaybolurken kirişin üzerinde ısrarla yürüyen karıncadan bakışlarını çekip aldı. Gözlerini kapamak üzere derin bir uykuya daldı.
İZDİHAM