Oyum: Beni İstanbul’a kavuşturacak olan partiyedir.
Gövdem İstanbul’u sevmekle tarazlanmış benim ve yazgı güzel bir Üsküdar’lı yaşamaktan sonra özlemeyi bahşetmiş bana. Sık ziyaretlerle özlem nöbetlerinin etkisini azaltmaya, dozajını düşürmeye çalışıyorum şimdilerde. Dönüşü olmayan gidişler içinse belirli dua karargahlarım var. Tıpkı İstanbul Boğazını koruyan dört manevi büyük olduğu gibi. Mihrimah Sultan Cami avlusu, Şemsi Paşa Camiindeki boğaza bakan küçük mezarlık, Yahya Efendi, Beşiktaş Üsküdar teknesiyle denize açıldığım anlar. Nasıl ki zamanında denizciler boğazın bu dört efendisini selamlamadan sefere çıkmazmış, ben de bu kutsallarımla hemhal olmadan tamamlanmış hissedemiyorum. Mihrimah Sultan’ın avlusundan hayat çok güzel görünüyor. Burada uzun uzun soluklanmalarım bundan sanırım. Şemsi Paşa’da istirahat eden merhumlar yakın dostum sayılırlar. Epey zamandır gidip onlarla dertleştiğim doğrudur ve onları çok kıskandığım da. Ölüm bile güzellikten ayıramamış onları. Yahya Efendi’nin boğaza bakan camları ve kedileri ölmek gibi sevmelikler. Ve dünyada kendimi en özgür hissettiğim yer Beşiktaş Üsküdar tekneleri üst katı. Demirlerden dışarı sarkıp kollarını iki yana açıp gözlerini kapadın mı esiri(şapkalı i) bir hal alıyorsun. Ben bu hafiflik hissini, gökyüzünde paraşüt ile çok yükseklere temas ettiğim anda bile hissedemedim. Ayrıldığımdan bu yana gidilebilir tek yer İstanbul oldu benim için. Yeniden ayrılalı henüz saatler olmuşken İstanbul’a ağıtlar yazmak istedim, methiyeler değil.
Metrolarda, havaalanlarında yürümeyi kolaylaştıran, zamandan ve emekten tasarruf etmeyi sağlayan hareketli platformlar var. Bazılarının hayatı o platformlarda yürümek gibi zahmetsiz ya da az zahmetli. Kimi o platformlarda ellerinde tekerlekli bavullarıyla emin adımlar atarak yürüyor kimi normal zeminde bavulunu sıkıca tutmuş, yüklü, ağır ağır ilerliyor. İstanbul’da arzu ettiğim yaşamayı, az zahmetli olanına benzetiyorum elimde tekerlekli bavulum hareketli bantta ilerlerken. Savaşın çocuklarının İstanbul’un yokuşlarını kalplerinde çok ton ağırlık ile çıkmaya çabaladığını unutarak.
Sevimsiz havaalanından kurtulup, Kadıköy’e ulaşmak henüz kavuşmak olmuyor. Kadıköy’den binilen Beşiktaş vapurunda Sarayburnu’nu selamlamakla başlayıp, Teknede köprü tarafına oturmakla devam edip, Üsküdar’a ayak basarak çiçekçi teyzeleri görmenle tamamlanıyor kavuşmak. Gece yapılan deniz yolculuğunda, şehrin ışıkları ile dalgaların dansına eşlik eden beyaz köpükler arasında sanki bir anafordaymışsın gibi kaybolmaklar çok başka hissettiriyor. Istrati’nin “Pervaneler hoş bir tempoyla suyu çalkalıyor ve meydana getirdikleri köpükten yol kaynaya kaynaya hızla uzaklaşıyor, ay ışığına uzanıyor ve sonsuzlukta kayboluyor” şeklinde anlattığı o sonsuzlukta kendinden uzaklaşıyorsun. Zamanın dolduğunu fark ettiğinde karaya adım atan son kişi oluyorsun. Zira tekne çoktan terk edilmiş kalabalık tarafından. Daha yolun ve denizin ortasında ayağa kalkıp iniş için sıraya giren biz, bu aceleci tavrımızı büyük büyük atalarımızın göçebeliğinden almış olmalıyız. Nasıl ki, Borges, Jack London’ın başıboşluğunu, kök salamayışını babasının gezgin oluşuna bağlıyor. Ben de bu aceleciliğimizi, bekleyemeyişlerimizi göçebe kültüründen kalan genetik kodlarımızın varlığına yoruyorum.
İstanbul sahip olduğu mekanlarla daha çok İstanbul oluyor. Ruhu olan, hoş müzikleri ile sohbetini güzelleştirip paylaşan, insanı kalıba sokup yormayan, samimi mekanlar. Gelen giden çaylar, konuşulan derun mevzular, dünyayı kurtarmalar, Müslümanların gidişatına dur demeler, okunan şiirler ve yükselen dumanlar. Masalara göz atıyorum. Sabit bir mekana gidip sadece çay içmekle övünüp, tırnak içinde daha, çok daha ciks mekanlara gidenler üzerinden ciddi eleştiriler yapan kalabalık gözüme takılıyor. Dışarıda su almama müsaade etmeyip, biraz dayanmamı eve kadar sabredebileceğimi telkin eden ve restorantta yemek yemeyi reddedip evde bize çok daha leziz köfteler yapacağını söyleyen annemi aklıma düşürüyor bu konuşmalar. Ya da ilk maaşıyla aldığı artık üretimi olmayan dolma kaleminin kırılan kapağını fabrika ile uzun süren yazışmalar sonucu yenileyen babamı. Acaba kim daha kapitalist?
Namjoo konserine gidip sıra dışı oluyorum. Zira sponsor marka sıra dışı müzik konserleri başlığını kullanmış. Sahnedeki kocaman sıra dışı yazısı ile normalleşme korkumuzu, sıradan hayatlar yaşamamalıyım telaşımızı sorguluyorum. Sıradanlık, kadının(annenin) evinde çorba pişirmesi, erkeğin(babanın) anahtar taşımaması ise çok yanlış yollara düşmüşüz demektir. Namjoo, duygusal parçalar ile giriş yapıyor, bir süre böyle devam ediyor. Dağıtıyor. Elimde peçete, Namjoo söylüyor ben ağlıyorum. Yalnız değilim biliyorum. Yan tarafımdaki güzel Acem kız, Namjoo’nun garip İran’lı aksanına benzer İngilizcesiyle peçete istiyor benden gözyaşlarını silmek için. Müzik ile Namjoo’nun sesi birleşiyor, önümdeki bayan başını yanındaki beyin omzuna yaslıyor. Yolculuklarda kendi omzunda uyuyanlar başka bir omza sahip olmanın ne çok kıymetli dolduğunu iyi bilir. Sonra gözlerimi sahneden uzaklaştırıp, bakışlarımı tavana sabitliyorum. Karanlıkta müziğin etkisi altında tavandaki ışıklar, yıldız oluyor. Karanlık ve bol yıldızlı gökyüzünü seyrediyorum. Fars konukların abartılı coşkularını göz ardı edip, Namjoo’nun mütevaziliğini ve sevimliliğini ekleyerek konser harika bir his bırakıyor içimde. Derinlerine işleyen “Ey Huda” nidaları ile insanı hareketlendiren elektro gitar performanslarını da ayrı bir yere özenle koymak gerekiyor tabii ki.
Namjoo konserini Toranj ile noktalamıştı. Ben de yazımı bu şarkının birkaç dizesi ile sonlandırmak istiyorum.
“dedi ne arıyorsun; kaybetmişsin kendini
dedim kapının eşiğinde dilenmek isterim ben
dedim zülfün kokusu dünyamı kaybettirdi
yol da gösterir sana dedi eğer bilirsen”
Yolumuz bundan böyle çıkmaz sokaklara çıkmasındır dileğim. Eşiğine vardıklarımız kaybolmasındır. Zülüfler yanlış yüzlere dökülmesindir. Sevenler elbet kavuşur benim duam sevenin de kavuşmasıdır.
Merve Uygun
İZDİHAM