6 Mart 2016

Mevlana İdris, Ey Zaman! Ey Zamanın İçindekiler!

ile izdiham

Ey Zaman! Ey Zamanın İçindekiler… *

“Üzüm yaratılmadan önce biz sarhoştuk” diyen adamlar vardı.

“Her arayan bulamaz ama bulanlar ancak arayanlardır” diyen canlar vardı.

“Olanlar olmuştur, olacak olanlar da olmuştur” diyen büyük ruhlar.

“Bütün bahçeler sende toplanmış, gül müsün nesin?” diye soran büyük bakışlar.

“Bir kum tanesiyim ama/çölün derdini taşıyorum” diyen tuhaf adamlar…

Vardı, yine var.

Bunlar yeryüzünün içinden geniş ve ağır adımlarla geçerken bazen bir mekâna uğrayıp nefes aldılar, nefes verdiler. Orada bir kaç lokma yediler, bir kaç gece uyudular ve bir kaç kelam ettiler. “Bir efsane söylediler ve uykuya daldılar. ”

‘Tekke’ dünyanın biraz içinde biraz dışında bir mekân olarak İslam coğrafyasında fizik planda belirirken; edebiyatını, müziğini, iç mimarisini, eşyayla ilişki biçimini, günlük hayat seramonisini, açık ya da gizli ‘zikr’ etme eylemini, inancın estetik var olma yorumlarıyla birlikte inşâ etmeye başladı.

Şeriata bağlı kalarak, biraz derinlerden bir yorum ve düşünce diyalektiği Sufî terminolojiyi oluşturmaya ve bu terminoloji etrafında bir tekke gerçeğini hem düşünsel hem mekânsal/yaşamsal olarak pratize etmeye başladı.

Horasan’dan Endülüs’e, Bağdat’ tan İstanbul’a, Herat’tan Isfahan’a, Şam’dan Bursa’ya, Konya’dan Bosna’ya sayısız gönül eri yüzyıllar içinde aşk, kelime, gül, kitap, ruh ve akıl taşıdılar. ‘Gül alıp gül sattılar, gülü gül ile tarttılar.’

Tekkeler câmilerden bir yönüyle daha gevşek, ama bir başka yönüyle daha disipliner bir yapıyı yükseltirken, İslam’ın evrenselliği içinde özgün ve alabildiğine derinleşmeye elverişli yolların, ‘tarikatların’ yaşamsal mekânı oldular.

İslam’ın yeryüzündeki tarihsel seyri ve kimi toplumların kültürel yapısı, tekkelerin mensup olduğu düşünsel formda kimi nüanslar oluşturdu. Bununla birlikte, hepsinin temelinde, insanın ‘insan-ı kâmil’ olma yolunda bir yolculuk ‘seyr-i sülûk’ yapması, çile çekmesi, belirli aşamaları ve tabakaları kat etmesi gibi temel prensipler, bütün tarikatların yapısal belirleyicisi olarak yer aldı.

İslam geleneği içinde, Hz Muhammed’in yaşadığı dönemde Mescid-i Nebevî’nin hemen bitişiğinde kurulan ‘Eshâb-ı Suffa’, tekke pratiğinin öncülü olarak anılabilir. Çünkü bu eklentide kalan ve genellikle bekâr ve yoksul olan, herhangi bir işle de uğraşmayan bu müslümanların yaptığı en önemli şey, Hz. Peygamberi dinlemek suretiyle Kur’an ve İslamı öğrenmekti. Hz. Muhammed’in onlara sürekli ilgi gösterdiği ve onlarla sık sık sohbet ettiği bilinmektedir. O dönemde, herhangi bir yerdeki insanlar İslam’ı öğrenmek istediklerinde öğretici olarak Eshâb-ı Suffa’dan birisi gönderilirdi.

Tekkeler, bağlı bulundukları tarikat ‘silsilesi’ içinde toplumda hem bir sivil mimari uygulaması ortaya koymuş, hem de zihinsel/yaşamsal bir form olarak örgütlenmiştir. Bir tekkeye mensup olup, tekkede yaşamayı seçen bir derviş, kuşku yok ki dünyadan bütünüyle soyutlanmıyordu. Ama dünya ile ilişkilerini minimize edip, kendisini bağlı bulunduğu sufî ekolün zikrine, yolculuk yapma biçimine, kendi içinde Hak için derinleşme bilincine, kalbini ve aklını daha da saflaştırma tutumuna doğru yoğun bir çaba içine giriyordu.

Basit formda ya da ‘külliye’ denilen eklektik mimarî tarzda inşâ edilen tekkede, sufî ritüelin yanı sıra, gündelik hayata ilişkin mekân/ eşya düzenlemeleri de zaman içerisinde estetik/mistik bir sufî üslup kazanmıştır.

Bu üsluba bağlı olarak tekke içerisindeki bütün ana mekânlar (zikirhâne, mutfak, mescid, şeyh evi, harem, derviş hücreleri, kütüphane, ahır …), ve yalnızca tekkelerde ya da dervişlerde görülecek kimi nesneler, benzeri yapı ve nesnelerden gözle görülür bir şekilde farklılaşmıştır.

Eşyaya sinen bu mistik üslup, zamanla eşyanın da önüne geçen bir karakter kazanmıştır. Öyle ki bir tarikat ekolünün müntesibi hayata veda ettiğinde, onun baş ucuna dikilen mezar taşı bile bu üslubun etkisiyle bir kimlik işaretine dönüşmüştür.

Bazen küçük bir simgesel ayrıntıyla, bazan ise tekkeye, dervişe ya da şeyhe ait herhangi bir nesnenin bütününü kapsayan bir tasarım çalışmasıyla sufizmin semboller dünyasına yapılan zarif göndermeler, tekke hayatının akışında sürekli ve içsel bir vurgulama tekniğinin de önünü açmıştır.

Büyük bestekârların, güçlü şâirlerin, değerli hattatların, incelikli mücellitlerin, ses mimarı hânendelerin, derinlikli hâfızların yanında; cerbezeli dervişlerin ve İslam bilim ve felsefesinin değişik alanlarındaki muhaddis, müfessir, kelamcı, fâkih ve diğer bilim/sanat erbabının eksik olmadığı tekke bahçesi, yer yer medrese ile güzel sanatlar akademisi arasında gidip gelen bir sarkaç olma hüviyetine de kavuşmuştur. Ehil ve elyak bahçıvanlarca gönül kubbelerinin sürekli yükseltildiği tekke, değişik çiçeklerin/mizaçların kendisini iyi hissettiği zarif anlam bahçeleri olarak İslam coğrafyasının değişik köşelerine, değişik yoğunluklarda serpilmiştir.

Tesbih, mangal, buhurdanlık, serpuş, çile kemeri, şifa tası, hırka, mühür, kudüm, ney, şamdan, ağızlık, teber, cüzdan hat levhası, pazubent, namaz taşı, takke, alem, kepçe, anahtar, mumluk, tas, değişik kaplar, gülabdan, çeşitli kutular, şecere, teslim taşı, keşkül, küpe, çakmak, pusula, kemer kancası, çatal-kaşık…

Saydığımız ve saymadığımız daha başka nesnelerin hepsi, değişik tekkelerdeki değişik formlarıyla var idiler ve dünyanın içinde başka dünyalar kurup orasını varlık evi olarak bilenler, bu eşya ile kendileri arasında ‘başka’ bir anlam bağı kuruyor; eşyaya da varolma/yolcu olma bilincinin penceresinden bir gül uzatıyordu.

Mesela bir mevlevî, mumu söndürmez, uyutur ya da dinlendirir. Vefat eden bir insanın cenazesini gömmez, sırlar. Bir lambayı yakmaz, uyandırır. O, her eşyanın bir canı olduğunu düşünür ve eşya ile görüşür; Mesela bir tesbihi eline aldığında onu öper, bir fincanı, bir kitabı aldığında da aynı şeyi yapar: öper, yani o nesneyle ‘ görüşür.’ Mezarlığa mezarlık değil “hamuşân” (susanlar) der. Bütün bu başka terminolojinin ardında hissedişi yükseltme ve kabalığa düşmeme, varlığı incitmeme bilinci yatar.

Ne oldu? Zaman geçti hep olduğu gibi.

Tekkelerin bir kısmı yıkıldı, bir kısmı harab oldu, bir kısmı zamana direniyor, bir kısmının bahçesinde yüzlerce yıllık ulu ağaçlar, kulak verene bir şeyler fısıldıyor.

Dervişler de öyle. Gelen gidiyor.

Ama arayanlar hâlâ ayakta.

Kubbenin altında göklere bakmaya devam ediyorlar. Şimdi ve orada! Burada bile olabilirler.

Bu sergideki yüzlerce nesne, bilinen kaba ve zorunlu geçmişin büyük savrulmalarından geriye kalan bir avuç çakıltaşı gibi. Okyanusa dalan bir koleksiyonerin çıkardığı bir avuç kum. Belki daha azı. Ama nedir? “Geldik gidiyoruz bağışla bizi/ Yaptıklarımız için/Yapmadıklarımız için/ Elimizi/Dilimizi/Tanrım/ Bağışla bizi…”

Gidenlerin bıraktığıdır.
Dervişânedir.

Gidecek olanların baktığıdır.

Her şeyin o büyük okyanusa doğru aktığıdır. Topraktan, taştan, mürekkepten, bakırdan, gümüşten, keçeden, demirden, ağaçtan, bronzdan, deriden ve kâğıttan ve geniş zamandandır. Biraz yakından bakıldığında müzik de vardır, ateş de, su da. Ve bütün kelimeleri kullanarak yükselttiğimiz o büyük suskunluk da.

Elif. Vav. Hû!

*Mevlana İdris’in Roma’da açılan Türk Dünyası Tekke Objeleri Sergisi’nin kataloğuna yazdığı şahane önsöz.

Mevlâna İdris

İzdiham