Murat Gülsoy, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde
Ey okur,
Her şey 1968 senesinde başladı. O tarihlerde çiçeği burnunda bir avukattım. Sabahtan akşama kadar adliye koridorlarında koşturduktan sonra akşamüstleri soluğu Sahaflar Çarşısı’nda alır, eski kitapları eşeleyerek beni zamanımızın sıkıcılığından kurtaracak tarihi hikâyeler arardım. Keyfime göre bir kitap buldum mu, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin loş kucağına kendimi bırakır, nargilemi fokurdatarak okuduğum romanların kahramanlarıyla yekvücut olur, adeta zamanda seyahate çıkardım. Dünya o dönem başka bir yere doğru gidiyordu, bense bu gidişattan korkuyor, büyümeyi reddeden bir çocuk gibi kendimi eski zamanların masallarına, efsanelerine, hikâyelerine teslim ediyordum.
Bir gün, Sahaflar’da yine eski kitapları kucaklarken, beni artık son derece iyi tanıyan dükkânın sahibi yanıma yanaştı ve deri ciltli acayip bir defter çıkarıp önüme koydu. Bak bakalım, yazısını sökebilecek misin, dedi. Defter düzgün bir elyazısıyla Fransızca olarak yazılmıştı. Evet dedim, okunaklı bir yazı. Ne anlatıyor, diye sordu ifadesiz bir yüzle. Muhakkak defterin bir değeri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. İçinde yazanların bir dizi mektup olduğunu anlamıştım. Mektupları gönderen kişi, aslını gönderirken kendisi için de bir kopyasını bu deftere not etmişti. Hızla göz attıktan sonra, söyleyebileceklerim bundan ibaret, dedim. Dükkâncı, “Yazık,” dedi, “defterin cildi güzel deriymiş, roman olsaydı iyi para ederdi.” O sırada içimden bir şey dürttü, belki mektuplarda geçen kimi isimler, belki defterin ilk sayfasındaki süslü elyazısı şiir, bilemiyorum, sebebini tam söyleyemem, defteri almaya karar verdim. Sahaf önce tereddüt ettiyse de makul bir ücret karşılığında defteri verdi. Hemen Çorlulu Ali Paşa’ya gidip okumaya başladım.
Marsilya’dan kalkan bir gemiyle İstanbul’a gelen Fuat adlı bir gencin Paris’teki arkadaşına yazdığı mektuplar 21 Ağustos 1908 tarihinde başlıyor, 1909’un belirsiz bir tarihine -muhtemelen haziran ayına- kadar devam ediyor ve fevkalade bir dönemi tasvir etmenin yanında şimdi burada kim olduklarını açıklayarak heyecanını kaçırmak istemediğim istisnai kişilere de tesadüf ediyordu. Bu sebeple defterde yazanları tercüme etmeye karar verdim. Ancak meslekten bir tercüman olmadığım için epeyce zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Artık adliyeden çıkar çıkmaz Çorlulu’ya koşmuyor büroda kalıp geç saatlere kadar tercümemle uğraşıyordum. Zaman zaman sözü edilen yer ve kişi isimlerini araştırmaya başlıyor, tercüme etmeyi günlerce ve hatta aylarca savsaklıyordum. Hayatımın bu enteresan devresinde mektupların yazarı benim hayalî arkadaşım olmuştu. Artık İstanbul’u gezerken etrafıma bir de onun gözleriyle bakmayı alışkanlık haline getirmiştim. Altmış senede İstanbul çok değişmişti ama yine de bazen Boğaziçi’nde bir iskelede, bazen Eyüp’te serin gölgeli bir sokakta, bazen İstinye’de balıkçıları seyrederken o dönemin ruhundan parçaların henüz yok olup gitmediğini fark ediyor, kendimi o zamanın içinde kaybediyordum.
Tabii Sahaflar’a da başka bir saikle gitmeye devam ediyordum. Bilhassa 1908 Meşrutiyet kartpostallarını veya o döneme ait Fransızca mecmuaları toplamaya çalışıyordum. Tarih insanı kendine çeken muazzam bir kuyu. Ah, bir de eski yazı bilseydim…
En nihayetinde, bir rüyanın içinde gibi geçen beş senenin sonunda tercümeyi bitirdim. Gözlerimi açtığımda kendimi, avukatlık bürosundan eve dönen, şakakları beyazlamış orta yaşlı bir adam, evde onu sevecenlikle bekleyen bir kadının kocası ve henüz konuşmaya başlamış bir çocuğun babası olarak bulmuştum. Karımın yüzünde, “Artık yeter, baba oldun, mesuliyetini idrak et,” ifadesini ilk o gün fark etmiştim. Kim bilir ne kadar zamandır böyle bir haletiruhiyeyle susmuş, benim eve dönmemi sabırla beklemişti. Bir anda ortaya çıkan bu acayip hislerin tesiriyle tercümeyi de deri ciltli defteri de yazıhanede çekmeceme kilitledim. Uzun süre de dönüp bakmadım. Ta ki 1979 senesinde yazıhaneye giren hırsız her şeyi talan edip o canım defteri de alıp gidene kadar. Neyse ki sadece deri ciltli defteri almış, hemen altında duran tek kopya daktiloda yazmış olduğum tercümesine dokunmamıştı. İşte ilk o zaman bu tercümeyi bir yayınevine göndermeye karar verdim. Ancak fikrini aldığım güvenilir dostlarım aslı olmadan yayımlanmasının mümkün olmadığını söyleyip beni bu fikrimden caydırdılar. Ben de yeniden çekmecedeki yerine koydum.
Sonra.
Sonra hiç hesapta olmayan bir şey oldu; seneler bir nargile içim süresinde geçiverdi. Bir akşam döndüğümde boş ev karşıladı beni. Evladımız nicedir yoktu, büyüyüp kendi kanatlarıyla uçup gitmiş, başka bir ülkede kök salmayı seçmişti. Buna alışmıştım. Ama şimdi eşim, hayat arkadaşım da yok olmuştu! Artık büfenin üzerindeki fotoğraftan başka bir şey değildi. Alıştığı yeri terk edemeyen bir hayalet gibi evin içinde dolaşırken aklıma bu tercüme geldi. Şimdi ömrümün son günlerinde bir defa daha şansımı denemek istiyorum. Kendimde bu gücü bulabilir miyim, bilmiyorum. Ne olur ne olmaz kaygısıyla tercümemin başına bu ibareyi yazma ihtiyacı duydum. Eğer ki ben öldükten sonra sevgili oğlum bu tercümeyi bulursa gereğini yapsın diye…
Beden de geçiyor, ruh da. Ama işte yazı kalıyor geriye. En azından biz öyle teselli buluyoruz. Arzum odur ki 1908 sonbaharında İstanbul’a gelen o gencin serüveni kaybolup gitmez, okurların zihninde yeniden hayat bulur.
M. F.A.
1908, Moda
Murat Gülsoy
İZDİHAM