Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sen lallar gezdiren kuru ağızlar.
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştanbaşa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler.” İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan.
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.
Ben babasız da bir Yusuf’tum. Konsey’i gözümle gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum.
O askerin üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkli. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.
Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhubütün bir Yusuf’tum.
Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı.
Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kim? Neyi? Nereyi?
Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum.
Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazıntılarımı simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur’un memelerini, desem hiç olmazdı, Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de onu diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O. herkesin Osu diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim.
Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin edemezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın? Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vaktim de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vaktin kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet. Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayatın bütün ferahlıkları es geçerek azalttığı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma:
Vakit: 1 – Tavuk: 0.
Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza Doyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 – Balık: 0.
Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoklu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. “Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!” diye bağıracaktın.
Ama gelin görün ki ben hayatımı neredeyse dakika dakika sayar, yaşımı saniye nevinden hesaplar olmuştum. Gece geç vakitlerde eve döndüğümde, kalın harita metot defterimi açıyor ve hazırladığım on yıl süreli. 300 sayfa uzunluğundaki çetelede 24 kutucuğu daha karalıyordum. Dayanamayıp sızarsam da, ertesi gece güleç, coşkulu, ellerimi titizlikle titreten bir tören eşliğinde, tek seferde 48 tane birden vurup geçiyordum. Burnum sızlıyordu zevkten.
Aslında yirmi dört saat esasına göre hazırladığım o çeteleden hiç memnun değildim. Sürekli dakikaları hesap edebileceğim, dahası yanımda taşıyıp her fırsatta karalayabileceğini bir çetele yapmayı hayal ediyordum. Ama zordu, her şey, hep zordu.
Çetelenin yirmi dörtlüsüyle yetinmeli, kırk sekizlik geceleri şölen saymalıydım.
Uzun yıllar yalnızlığımla teselli buldum. Çünkü yalnızlık kolay bulunur bir olanak değildi. En azından herkes yalnız kalamamaktan şikâyet ettiğine, şikâyet ettikçe çözülüp çoğalıp düzüştüğüne göre öyle olması gerekirdi. Bense bundan şikâyet etmek bir yana aşırı dozda yalnızlıkla iştigal halindeydim. Hayatımda önemli birer yer işgal eden iki masayı gözüm gibi sakınıyordum başkalarından. İş ve içki mekânlarında sahip olduğum masaların yanına yöresine kimseyi yaklaştırmıyor, yaklaşanları öyle heybetli bir suskunlukla karşılıyordum ki, bir-iki aşağılayıcı, alaycı lafı sineye çekmek dışında pek hırpalanmadan tekrar kendime gömülüyordum. Masalarıma konuk gelen kadınlar olmadı değil. Çoğunlukla beni ahir zaman peygamberi veya edebi bir mucizenin hazırlığı içindeki uçuk bir şair sanan, sarhoş, fazla tokatlanmış, canı sıkkın kadınlardı bunlar. Yanımdan ayrılmaları birkaç dakikayı bulmuyordu neyse ki. Sonra ben evime çekiliyor, videoya en sevdiğim pornoyu takıyor ve ağır sarhoşlukla ağdalanan bir bedenler denizinde kaybolup gidiyordum.
Kadınlar haklıydı aslında, yirmili yaşların eşiğinde mucizevi şiirler yazdığını düşünen bir şairdim ben. Yazdıklarım benim kaderimdi, bu yüzden kaçınılmaz bir kuvvet taşıyorlardı. Ben seçilmiştim yıkılacak ve yeniden kurulacak bir dünyanın, sadece benim bildirim, dokunabildiğim diyarlarından zihnime akan kelimelerim yayıyordum etrafa. Akıl almaz, tanrısal ve büyülüydüler Bu tek bu kelimeyi bile ağlamadan, ölecek gibi coşkulanmadan, binlerin: aklımdaki ölüm listesine eklemeden yazamamamdan da belli değil miydi?
Değildi.
Günün birinde dilimden bazı sokak adları, kapı numaralan, insan isimleri döküldü ve o ilahi ses kesildi, bir daha da hiç duyulmadı. Oysa kollumdaki kırıklar kaynar kaynamaz, yaralarım kapanır kapanmaz O’nun beni affedeceğini, en azından olanları açıklamama izin vereceğini umuyordum.
İki evden üç ceset çıkmıştı ama olmadı.
Şiirlerle birlikte bir kenti de böyle arkamda bıraktım ve kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bu büyük şehre ayakbastım.
Bana ne düşündüğümü sorduklarında, O’nu diyordum. Ve eklemek istiyordum: O kadar dev, yılmaz, yıkılmaz bir O’ydu ki o, bir zamanlar, sanırım, bana ben kadar yakındı.
Sarhoşluktan boğulacak gibi olduğum bazı geceler, yüzlerce küçük resimle, yazıyla, fotoğrafla kapladığım masa aynasının karşısına geçiyor ve eksik, eğri büğrü kelimeler eşliğinde pes bir yakarışa koyuluyordum;
“Tanrım, söyle bana, ben daha ne yapabilirdim? Herkesin darbelerle buzdan delilere döndüğü bir zamanda ayağa kalkmadım mı? Benim de kanı çekilmiş bir devrime adadığım kanatlarım, uzun, serin nefeslerim olmadı mı?
Sesimi, paramparça bir devrimi devralan kardeşlerimin sesine kalmadım mı? Batı’dan Doğu’ya, her biri aşkla titreyen kelebekler uçurmadım mı? Beni bağışlasana, beni bağışlasana, beni bağışlasana.”
Küçük bir açıklık kalmıştı fotoğrafların arasında, her defasında sol gözüm o açıklığa rast geliyordu ve ben sadece sol gözümle ağlıyordum, O açıklığı kapatıp aynayı tamamlamaya cesaret edemiyordum. Sol gözüm yaşayan, hatırlayan yanımdı benim.
Bu yarım hatırlamalarla, minvali hiç değişmeyen bir ömrü tamama erdireceğimi sanıyordum. Sol gözüm son kez aynadaki açıklıkta kendisine bakarken, ben yine aynı evden aynı ofise, aynı ofisten aynı meyhaneye, aynı meyhaneden aynı eve yürüyecek, aynı O’na yakaracak ve neden sonra elimde bir tabancayla, kalan yirmi dön kutucuğu da karalayıp gölgelere çekilecektim.
Yanılmışım.
Hayatım, artık varlığından bile emin olmadığım bir şehre akacaktı aniden.
Nihayet ruhumun fermuarını çekebilecektim.
Ve haysiyet denklemime bir çekidüzen verebilecektim.
Yusuf olan ben, zamane kitapları basan bir yayınevinde musahhihtim. Ansiklopedi maddelerinden, tarih kayıtlarından kolajlanmış kitaplar düzeltirdim. Kapıdan, kollarının altında nemli, haşat kâğıt tomarlarıyla giren, sakallarından, saçlarından, bütün mahrem yerlerinden öfke tüten esmer kadınların ve erkeklerin dışarı kürenmesini seyrederdim her gün.
Vicdanı beline kaymış editörüm, ölüm listemin ilk beşinde olduğunu düşünemeyecek kadar muteber bir adamdı. Ona, bizzat bastığı kitaplardan harlayacak, giyotinli ve mancınıklı bir ölüm yakıştırıyordum.
Musahhih olmak, sapık olmak gibi bir şeydir. Taze dizilmiş sayfalardan kafa kaldırıp ânında bir seri katilin kıyafetine bürünebilecek, bereli insanlardır musahhihler. En azından, ben de dahil, tanıdıklarım hep öyleydi.
Bu işi garip bir tesadüf sonucu bulmuştum; Günün birinde meyhanede, hemen arkamdaki masada birilerinin, bilmem ne yayınevinin, masasının başında gece mesaisinin son demlerini otuz bire ayıran kıdemli musahhihini nasıl kovduğunu kahkahalarla anlattığını duydum. Ben o sıralar eklendiğim otel odasında, yatağımda, sık sık ama olsa olsa kirli sarı bulvar gazetelerine bakarak otu bir çekerdim. Terbiyeli mesailere fazlasıyla vaktim ve sabrım vardı.
Ertesi gün yayınevinin kapısını çaldım, benimle görüşen kadına melül melül baktım ve işe alındım. Vaktiyle zeki bir adanı olduğum söylenirdi. Bir kez bile fırça yemeden, ne olduğunu anlamadan, düşe kalka, it gibi öğrendim işi, çok da başarılı oldum. Beş yüz sayfa düzeltir, tek virgül atlamazdım. İşaretlerin ve kelimelerin tuğlalar gibi köşeleri vardı, uygun yerlere yerleştirilmeleri yeterliydi.
Patronun, önünde duran biçimsiz, yırtık pırtık, yeşil dosyayı dalgın dalgın karıştırıp sigarasından çektiği derin nefesler eşliğinde beni kovduğunu söylediği sahalı, yüzündeki üzüntü sanının biraz da bundan kaynaklanıyordu. İyi, sessiz, sorunsuz bir elemandım. Yıllardır üç otuz paraya çalışıyor, gıkımı çıkarmıyordum. Kovulmamı gerektirecek ne olabilirdi.’ Dahası hakkımdaki bütün davalar düşmüştü ve polisin arlık benimle ilgilendiğini hiç sanmıyordum.
Ama ilk gördüğümde, gıcır gıcır kapağının içindeki kâğıtlara kanlı imzalar bulaştırdığını o yeşil dosya işte şimdi patronun elindeydi. Demek bazı gazetelerde çıtlatılanlar doğruydu: Bittiğinde bile bırakmıyorlardı insanın yakasını. Kilerindeki dosyaları, birer lanet gibi peşine salıyorlardı, belledikleri, bellemekten hiç vazgeçmedikleri binlerce insanı işinden ediyorlardı böylece.
Patron, iki gün nezarete alındığında yediği dayakları her fırsatla kıçı yanan bir tek kendisiymiş gibi uzun uzun anlatan, ne var ki kıçından korkan bir herifti. Yüksek bir düşüklük yaşıyordu, keyfi yerindeydi ve bozulsun istemiyordu.
Son derece net cümleler kurdu beni kovarken: Bölücüydüm, teröristtim. mimliydim ve bu şartlarda birlikte çalışmamız namümkündü. Cümlelerinin arasına bir küçük üzgünüm sıkıştırıp sıkıştırmayacağını merak ediyordum. Sıkıştırmadı Yüzüme beyaz, temiz bir lazımlık gibi ışıldayarak baktı. Hayatta başarılar,” dedi ve başını önündeki kâğıtlara gömüp sustu. Midemde kalın bir bulantıyla kalktım karşısından. İki-üç parça eşyamı topladım, birkaç kişiye veda kelimeleri mırıldandım ve bürodan çıkar çıkmaz köşedeki büfeden bir küçük şişe kanyak alıp içmeye başladım.
Eve dönüşü mümkün mertebe geciktirmeye, kafamda mecburen erkene alınmış bir veda töreninin ayrıntılarını kesinleştirmeye çalışıyordum. Geride iz bırakmamalıydım. Önce harita metotta boş kalacak kutuların ait olduğu sayfaları yırtıp yakmalıydım.
Aynayı, üzerindekileri yok ederek kendi haline bırakmalıydım. Porno kasetlerimi çok uzaktaki bir çöp bidonuna atmalıydım.
Saçma sapan cümlelerle dolu bazı kâğıtlar da vardı sonra imha edilmesi gereken.
İz bırakmamam lazımdı. Yaşadığının bilinmesini istemiyordum. En kötü ihtimalle, herhangi bir gazetenin bir vesikalığı bile taşıyamayacak kadar küçük bir köşesinde, tek satıra 11 puntoluk bir başlığın altında sıyırmaIıydım bu belalı işten.
Ama töreni fazla geciktirdim. Gün ağarırken bir şişe daha kanyak aldığımı ve her daim taksilerin kuşatmasındaki o meydanda, bir banka, beni durmadan yalayan, pis bir köpeğin yanı başına uzandığımı hatırlıyorum en son.
Sızmadan önce köpeğe şunları söyledim sanırım:
“Bir zamanlar asra manşettim, şimdi 11 puntoyum.”
Murat Uyurkulak
İZDİHAM