Açık denizde dev dalgalarla boğuştukları aylarca süren fırtınalı deniz yolculuğunun sonunda o sabah, Anakara’nın güneybatı körfezine özgü yumuşak rüzgârın o tanıdık kokusuyla uyandı. Kendine özgü bu sakız kokusuyla birlikte Bendag’ın kendisinden önce gömülü anılarını uyandırdı körfez rüzgârı; belleğinin kuytu derinliklerini uyandırdı. Güneybatı körfezinin sezdirmeden insanın içine işleyen meltemiydi bu. Bunca yıl başka hiçbir denizde, hiçbir körfezde karşılaşmadığı ve ne zamandır unutmuş olduğu belli belirsiz denebilecek bu incecik kokuyu, döndüğünde onu karşılayacak şeyler arasında saymak aklına bile gelmemişti. Çok uzaklardan erimiş bir tül gibi esen bu uçucu koku, yaşlandıkça iyice hafiflemiş olan uykusunu taze bir çay yaprakçığı gibi usulca açıverdi. Uyanmıştı ama gözlerini açmadan, yüzünde incecik bir tebessümle, kokuyu içine, ta içine derin derin çekti. Uzun zamandır yaşadığı hiçbir ânı aceleye getirmemeyi öğrenmişti. Gene öyle yaptı. Yaşadığı ânı derinleştirdi, uzattı, tadına vardı. Ne tuhaf! İnsanoğlunun yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandı.
İnsan içinde yaşadığı ânı derinleştirmeyi zamanla, yani zamanı azaldıkça öğreniyordu. Sonra açtı gözlerini. İçi huzur ve mutlulukla dolmuştu. Ne zamandır uyandığı en iyi sabahtı bu. Güneş ufuk çizgisinde uçuk kızıllığıyla kendini göstermeye başlamıştı. Denize vuran incecik altın teller kopkoyu bir lacivertliğin üzerinde kılcal çakımlarla titreşip duruyordu. Yelkenlerini dolduran cömert ve hafif rüzgârla körfezin durgun denizini yararak ilerliyordu kadırgaları; açık denizdeki nice fırtınaya bu sert mizacıyla dayanan kadırgaları… Küpeştenin üzeri taze bir çiy örtüsüyle kaplanmıştı, incecik bir cam gibi parlıyordu okyanus tuzuyla aşınmış tahtalar. Az ileride sıkı dokunmuş kalın örtülere sarınmış genç miçolar sırtlarını dayadıkları iri fıçılardan azıcık yana kaykılmış, uykularını sürdürüyorlardı. Tatlı, huzur veren bir serinlik vardı havada. Belli, güzel bir gün olacaktı. Usulca yerinden kalktı. Kara henüz görünmüyordu. Ama bu rüzgâr, bu koku, karadan çok uzakta olmadıklarını söylüyordu ona, öğleye kalmadan varırlardı belki; ya da en geç öğle sırasında.
Kimseyi uyandırmamaya özen göstererek parmaklarının ucuna basa basa kadırganın burnuna kadar gitti. Hep gölge gibi yürürdü zaten. Bulunduğu her yerde varlığını silmeye çalışanlardandı. Sağlam çatırtılarla denizi yaran güçlü kadırganın iki yana savurduğu bembeyaz köpüklerin seyrine daldı. Binlerce kez seyrettiği, ama her seferinde yeniden hayranlık duyduğu bir manzaraydı bu. Doğanın mucizeleri hiç eskimiyordu. Doğa her zaman yeniydi. Bu sabah gibi, bu rüzgâr gibi, şu köpükler gibi. Doğaya ilişkin, kanıksadığımızı sandığımız en tanıdık imgeler bile her an yepyeni bir mucizeyle yenilenebilir; yepyeni bir görünüş, derinlik ve anlam kazanır; her şey birdenbire yerkürenin var olduğu ilk günkü kadar taze ve kullanılmamış oluverirdi. Doğa hiç bıkkınlık vermiyor, hiç usandırmıyor, her seferinde şaşırtmayı sürdürüyordu.
“İyi şiir doğa gibidir,” derdi ilk ustası, “en çok kullanılan kelimelerle bile şaşırtmayı başarır.” Onu şu aralar çok sık anımsıyordu. İnceden inceye ölmeye yaklaştığını hissettiğinden midir nedir, sık sık ilk ustasını düşünürken yakalıyordu kendini; ilk ustalar ilk aşklar gibidir, hiç unutulmazlar. Her yaşta hatırlanacak güzel deyişler, derin sözler bırakırlar ardındakilere, yetiştirmelerine. Her yeni deneyim, her yeni aydınlanma ânı, her önemli dönemeç onların çok eskiden söylemiş oldukları bir sözün yeniden günışığına çıkmasını sağlar. Yeniden görülmesini, görünmesini. Yeniden anlamlandırılmasını. Tıpkı toprak altından çıkan eski paralar gibi yeniden ışırlar. Su altından çıkan eski batıklar gibi çıkarıldıkları zamanın ruhuyla dolar, yeni anlamlar kazanırlar. Yıllara yayılmış deneyimlerin zenginleştirdiği bu çeşit düşünceler baktığı köpükler gibi hızla parlayıp sönerek geçiyordu aklından.
Sabahın serinliği içine işliyordu; şalına sarındı iyice. Dinginlik veren bir ürperti dolduruyordu içini. Haz veren, güzel bir üşümeydi bu. Dönüp uyuyanlara baktı yeniden. Körfezin sakız kokan meltemiyle tanıştığında şu miçoların yaşlarında olmalıydı. Denizi görmek için, deniz ikliminde yaşamak için inmişti Anakara’nın kuzeydoğusundan güneybatısına aylarca süren bir yolculukla… Koskoca Anakara’yı bir ucundan diğer ucuna çaprazlamasına katetmişti. İlk Yolculuk şiirlerini o zaman yazmıştı. Çocuk denecek yaştaydı. Denizi görmeden büyümek istemiyordu. O zamanki ustası öyle istemiş, onu güneybatı körfezindeki o zamanlar küçücük, şirin bir kasaba olan, şimdiyse ünü denizaşırı ülkelerde bile sıkça anılan bu zengin liman şehrine, bir başka ustanın yanına göndermişti.
Murathan Mungan
İZDİHAM