O zamanlar on beş yaşındaydım. Aslı, mahallemizin ablalarındandı. Bakın, Aslı’yı anlatıyorum da ona nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum. “Abla” desem bana yazık, “Aslı” desem ona.
Çünkü Aslı’dan küçüktüm ama onun uğruna dert sahibi olmuştum. Anlatması zor. Dedim ya, on beş yaşındaydım. Sesim yeni yeni çatallaşıyordu. Hırsım, sinirim baskın geliyor, kapı-pencereyi çarpıp çıkıyordum odalardan. Hiç- bir yerde huzur bulamıyordum. Bahçeler, bağlar, avlular bana dar geliyordu. İçimde kaynayan kazanı soğutamıyordum. “Aslı” diyordum, başka bir şey demiyordum. Ama bir tek kendime diyebiliyordum.
Başkasına desem beni keserlerdi. İnsanlar o kadar zalimdi. Mahallemizde bir ceviz ağacı vardı. Bahçe içinde, dev gibi bir ağaç. Kızlar cevizin dibinde oturup kahkaha yuvarlardı. Ellerinde işlengi, ağızlarında sakız. Cevizin dibinde konuşarak, gülüşerek sanki bir merhem karıştırırlardı, yaralarına sürerlerdi. Yara dediysem, görünen yara değil, gönüllerindeki yara… O yaraları arkadaşları, kocaları, babaları ya da kardeşleri açmış olabilirdi. Kim açarsa açsın ceviz dibinde dertleşerek, gülüşerek şifa bulurdu kızlar.
Yok muydu ceviz dibinde dedikodu edip dilini domuz etine değdiren? İllaki vardı. Ama Aslı’m öyle biriydi ki dedikodu edip kanlı et yemez, yanında da yedirmezdi. Dert dinler ama ellerin karısını, kı- zını, oğlunu çekiştirip konuşturmazdı. Ah ne diyeyim, Aslı’yı bir görmeliydiniz. Bahçe duvarının bir tarafı yıkılmıştı. Bahçe sahibi çoktan ölmüş ve bahçe kızlara kalmıştı.
Kızlar bahçeye girerken taşların üstünde deli keçiler gibi sekerlerdi amma Aslı bah- çenin kapısından girerdi. “Aman abla erinmiyorsun da kapıyı dolaşıyorsun,” diyen kızlara bir altın sırmalı gülümsemeyle bakardı ki o saat bu dalgacı elekçilerin eti yağı erirdi ve bir daha laf edemezlerdi. Cevizin dibine doluşan kızların bir kenarda çayları kaynardı. Börek çörek olurdu. Her gün ama her gün bu cevizin dibi böyle kalabalıktı. Benim Aslı’ya tutkunluğum da bu cevizin dibinde başladı. Kızların göremeyeceği, gölge bir yere kuşlar gibi tünerdim. Oradan Aslı’yı seyrederek günler, haftalar geçirdim. Aslı bir okul, bir kurs oldu. Ben de o gizli yerimde talebe oldum. Aslı’yı okudum. Aslı’yı yazdım. Aslı’yı ezber ettim. Aslı uğruna dirsek çürüttüm. Aslı konuştu, güldü, gülümsedi, bazen daldı gitti. Hepsini bir bir aklıma yazıp Aslı okulundan diploma aldım.
Bazen o gizli yerimde içim dolar, sonra dayanamaz ağlardım. Ona bakarak ve onun uğruna gözyaşı dökerek çok gizlendim. Biz dört kardeşiz. Üç bacı, bir ben; toplam dört çocuk. Babam esnaftı. Şükür durumumuz iyi, hem de çok iyiydi. Babamda lastik bayisi, kum-çimento ardiyesi, bir de ucundan kıyısından müteahhitlik vardı. Babam, istese altıma araba çeker, ecik silkelense milyar para çıkarırdı. Ama bana para koklatmazdı. Şımarırım diye korkarlardı. Hele askerlik etsin, hele ecik çağırıp çığırıp gezsin diye düşünüp paraya boğmazlardı beni. Cebimdeki harçlık memur çocuğundan ecik fazlaydı yani. Ben it ayağı yemiş gibi gezer tozardım. Okulmuş, hocaymış; pek dert değildi. Aslı benim bacılarımla arkadaştı. Hele de en büyük ablamın iyi ahbabıydı.
Hal böyleyken Aslı’yı sevdiğimi nasıl söylerdim? Ben Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmam ama bacılarımın dilinden yılardım. İtin taştan yıldığı gibi korkardım. Bacılarım benimle eğlenmesin diye sesim çıkmazdı. Ben istemez miydim bacılarım halden anlayan insanlar olsun da benim sevdama arka çıksınlar. Ama onlar yılan görmüş serçe kuşu gibi her lafa cikir cikir ötüşür dururlardı. Kızlar vara yoğa güler, Aslı her lafa gülmezdi.
Hayır hayır, somurtkan olduğundan değil, asaleti ve lacivert duruşu sebebiyle gülmez ama gülümserdi. Gülümseme dediğimiz şey yârin gül yüzünün çiçeklenmesi değil midir? Hah işte tastamam öyle gülümserdi. Aslı’yı gören bir daha bakardı. O kadar gösterişli bir duruşu vardı. Köşklere hanım, saraylara sultan olacak bir edası vardı. Bizim mahallenin capcık kızları bile hakkını teslim eder ve “Köşklere layık bu Aslı,” derlerdi. Eee Aslı’yı köşklere koymak kolaydı da ben o köşklere bey olarak girebilecek miydim bakalım? Gireceğim kapı- lar hep kapalıydı. Çünkü Aslı’ya göre ben, Halime Abla’sının en küçük yavrusuydum. Çocuktum yani. Beni böyle görmesine çok kızardım. Bazen sevda yükü öyle ağır geliyordu ki ölecek gibi oluyordum.
Öyle zamanlarda odama çekilip hayalî bir Aslı’yla konuşurdum: “Sen beni neden çocuk görürsün, de bakalım? Çocukluk neymiş ki? Hani nerede çocuk? Bak ben şu fücudumu nasıl sıkarım? Sonra, ey Aslı, senin erkek dediklerin iki lafı bir araya getiremez. Amma ben koca okul müdürü önünde cayır cayır şiir okumuş adamım.
Bütün bu işleri ben havaya gitsin diye mi yaparım? Her bayram boşuna mı takım elbise diktiririm? Sonra o takım elbiseyi boşuna mı cilet gibi ütületirim? Mintanımın üstten üç düğmesi boşuna mı açık? Ayakkabılarım her zaman boşuna mı boyalı be hey Aslı? Bütün bunlar senin için. Ama ne zaman yanına gelsem, ‘Halime Abla’m nasıl?’ diye sorarsın. Ne anamı sorup durursun? İyi işte! İyi dedikçe iyi. Ecik kafanı kaldır da bana bak! Bir kere olsun bak. İskarpin çekmişim ayağıma ki benzeri Ankara’da yok. Kolumdaki saati ecdadın görmemiştir. Mintanım tastamam Bursa işi. Yani bunlar böyle dursun karşında, sen anamı sor. Derslerimi sor. Ben sana yandıkça sen bana ablalık oyna. Derslerim nasılmış… İyi olsa ne, kötü olsa ne?
Okulun tümü benim olsa umurumda olur mu zannediyorsun? Sen beni öldürüyorsun Aslı. Evvelden bir oturuşta iki kıymalı pideyi yerdim de daha iştahlı iştahlı yalanırdım. Şimdi bir taneyi yiyip çekiliyorum. Herkes ‘Neyin var?’ diyor amma ben cevap vermeden geçiyorum. Herkes bende bir hal olduğunu seziyor da bir sen Aslı, bir sen anama babama selam gönderiyorsun.” Aslı benim ateşime, külüme bakmadı hiç. Anam Aslı’nın evleneceğini söylediğinde sofradaydık. Allah’tan yer sofrasında yiyorduk, yoksa domdom kurşunu yemiş gibi düşerdim yere. Elimde kaşık, öylece kaldım. Ablalarım nasıl bir hain ki benim halimi görünce “Ah mercimeğim,” dediler.
Babam anlamadı tabii. Kendisi şamataya bayılır. “Neymiş kızlar, ille söyleyin,” deyince, ablamlar “Oğluna sor,” dedi. Bende cevap verecek hal mi kalmış? “Yok baba, yok bir şey. Kızlara laf lazım işte,” dedim. Sonra devam ettim kaşıklamaya. Sofradan kalksam kızlar iyiden iyiye dalga geçeceklerdi. “Eh, peki öyle olsun…” dedi babam. Ama kızlar fıkırdamaya devam ediyorlardı. Babam boğazını temizledi. Bu, “susun artık” demekti. Halimden anlamıştı ki ortada beni üzecek bir mesele vardı. Kızlar sustu, anam sustu. Peki ben içimdeki sesi nasıl susturacaktım? İnsanın içinde bir ses varmış, öğrendim. O ses hiç susmazmış, öğrendim. O ses kadar zalim, o ses kadar hain bir şey yokmuş, öğrendim. İçimdeki sese göre sevdamı Aslı’ya söyleyemeyecek kadar beceriksizdim. Aslı’ya göreyse zaten bir çocuktum! İçimde fırtınalar, elimde kaşık sofra başında didinirken bacılarımdan biri altımdaki minderi çekti, “Minderi güzel oğlan,” dedi. Yine gülüştüler.
Bacımın minderimi çekmesiyle hatırlattığı şey, benim bir zamanlar Aslı’nın minderini çalmaya çalışmamdı. Ceviz ağacının altında toplandıklarında her kız minderini getirirdi. İşte ben de Aslı’nın minderini kafama taktım. “Şu minderi ben alsam. Benim olsa!” Bu hain fikri gerçekleştirmek isterken yakalandım. Beni yakalayan kızlar tilkiden kaçan cücükler gibi çırpındılar, civildeştiler. O sırada Aslı geldi. Bana baktı. Ama öyle ezerek değil, ipek kumaş seçer gibi, tül perdeye dokunur gibi baktı ve “Hayırdır kuzum, ne yapacaksın o minderi?” dedi. Ben laf bulamadım. “Hiç, yani öylesine…” dedim. Aslı, sabun kokulu ve serin eliyle yanağımı okşadı, “Ah mercimeğim,” dedi. Kızlar yine gülüştüler. Ben rezil oldum. Üstelik minderi de alamadım. Ama bana “mercimeğim” demişti, daha ne desin? Anlayana büyük laf! Mercimeğim; yani küçüğüm, bicimciğim. Yani sen daha çok küçüksün, çok küçük! İşte bacılarımın sofra başında benimle dalga geçtikleri “ah mercimeğim” meselesi ve minder çalma vukuatım buydu.
Mustafa Çiftçi
İZDİHAM