Mustafa Kutlu, Yoksulluk İçimizde
Sulusepkenin sokaklara kırbaç gibi indiği, gemi azıya almış rüzgârın her şeyi önüne katıp savurduğu, karmakarışık bir gündü, evet. Aslında böyle bir günde evinden çıkmış olanın; elinde bir şemsiye, bir çanta ve birkaç paket birden taşıyanın olup bitenlere dikkat etmesi, akı karadan ayırması pek düşünülemez. Perdeleri yarı çekilmiş, sıcak, sessiz bir odadır düşünülen. Bu ahvalde dahi Süheylâ Engin’i fark ediverdi.
Olduğu yerde kaldı.
Garip bir oluşumla bir an, ama sadece bir an Engin de hızla geçtiği ev eşyaları satan mağazanın büyük vitrini önünde adeta donmuş kalmıştı. Bir elini ileriye doğru uzatmıştı. Saçları ve boyun atkısı rüzgârda savruluyordu. Başını öne doğru eğmişti. Saçları ıslak, parlıyordu. Öbür eli geride kalmış ve büyük bir körüklü çantayı yakalamıştı. Vücuduna yapışan siyah palto onu daha da uzun boylu gösteriyordu. Galiba biraz zayıflamıştı. Sonra Süheylâ manzarayı bütün çıplaklığı içinde idrak etti.
Vitrinde boydan boya halılar vardı. Çeşit çeşit halılar. Buzdolapları vardı, irili ufaklı. Elektirik süpürgeleri, çamaşır makinaları, televizyonlar. Ayrıntılara şaştı. Saç kurutma makinalarından, manyetik mutfak çakmaklarına, buharlı ütülerden, fırınlara. Nerdeyse küçük gece lambalarını, tuvalet aynalarını, her şeyi görüyordu. Engin de vitrindeydi. İşte öylece, bir eli havada, başı önünde, saçları parıltılı bir manken.
Nasıl da bütünleşmişti çevresi ile. Hatta o büyük mağazanın tamamı, diğer bitişik vitrinler, üst katlar, devasa apartıman, bitişik öbür apartımanlar, boydan boya sokak, geçen arabalar, asfalt, çamurlu yollar, kül renkli gökyüzü ve kocaman tabelalar ile.
Aslında geçip gitmiş miydi Engin; elinde çantası, çantanın içinde bir sürü iş akitleri, projeler ve bir şişe tıraş losyonu ile; yoksa kalıp durmuş muydu vitrinin önünde? Mademki bu sokak hâlâ yerli yerindeydi ve o kalabalık eşya yığını oldukları yerde durup duruyorlardı; öyleyse Engin de mutlaka aralarındaydı. Onlardan biriydi.
Engin. Kesin olan buydu işte.
Böylece hangi dünyadan vazgeçtiğini kavradı Süheylâ. Bu ân-ı vahid, bu net fotoğraf, bu akıl almaz manzara işte apaçık göstermişti ona hakikatin yüzünü. Peçesini aralamıştı.
O gün şuuruna vardı her şeyin. Katıldığı sohbet toplantısının ve istifa gerekçesinin. Mutluydu Süheylâ… Engin’i nasıl sevdiğini de anlamıştı. Engin’i, yani o donmuş fotoğrafta beliren dünyayı. Annesini sevinçle kucakladı. Eve, eşyalara merhametle göz gezdirdi. Merhametle hatırladı sevgilisini. Akşam yemeğinden sonra annesinin dizi dibine oturacaktı. Şuurla açacaktı Elif Cüzü’nün yapraklarını. İlk defa ve mutlaka içinde başka türlü bir duygu oluşacaktı. işaret parmağıyla sürerken satırları. el-Keremü, el-Habîbu, el-Kalbu.
Mustafa Kutlu
İZDİHAM