Kalbi buzlanmış bir insana, yürek yangının var mı diye sorulmaz. O yangın başlamış, harlanmış ve bitmiştir. Geriye kalan ise sadece, kocaman göğüs kafesinin içinde küller ve yangından taşlaşmış bir kalp esintisidir. Eskisi gibi olmayan o kadar çok şey vardır ki… Mesela eskisi gibi sevemez insan, eskisi gibi ateşler içinde yanamaz yüreği, kopmaz o fırtına bir daha ve kahkahalarla eşlik edemez hayata; ve ölene dek. İşte o yangının fitilini ateşleyen bakışa tutulduğum gün başladı her şey. Göz göze gelince bütün doğa olaylarının bir hiç olduğu o bakış. Ahh kalbim! Dayanabilir misin buna? Evet dayanabilirsin; çünkü insan, kalp buzu çözüldüğü kadar dayanabilir.
İlk kez göz göze geldiğimiz ân’da, dudaklarımdan başlayan ve akciğerlerime kadar hissettiren o tutulmayı iyi bilirim. Benden yardım ister gibi, masum gözlerini üzerime diktiği zaman hapsoldum gözlerine. Sonrası ise malûm, yakalanmamak için uzaktan yapılan kaçamak bakışlar. Filmlerde yaşanıyor abi diye başlayan ne kadar klişe cümle varsa hepsini birebir yaşadım. -Merdivenlerde ona yol vermek için sağa çekilirken onun da bana yol vermek istemesi için benimle aynı yöne çekilmesi ve bir paradoksa dönüşen yol verme hareketleri, kapılarda burun buruna çarpışmaya ramak kalmalar ve donup kalmak gibi şeyler.- Ne varsa hepsi geldi başıma, demek ki sadece filmlerde olmuyormuş. Zaman ilerledikçe bir hayalet gibi takıldı peşime. Bazen odamda bazen köydeki bir tarlada bazen bir rüyada. Hep aklımdaydı. Nedendir bilmiyorum ama aklımıza düşenler asla düştükleri yerde kalmıyorlar, biz ellerinden tutmadığımız müddetçe kalamıyorlar.
Okulun ikinci dönemi bitmişti. Ben her gece başucuma onun fotoğraflarını koyar ve o fotoğraflara bakarak uykuya dalardım, belki orada konuşabilirim diye. Hem nasıl konuşacaktım ki, daha adını bile bilmiyordum. Laf çıkar diye kimseye adını sormaya cesaret edemediğim için bir türlü öğrenememiştim adını. Ama menekşe renginde yazmalar takmayı seviyordu galiba, o yüzden ‘Menekşe Yazmalı Kadın’ demiştim O’na. Tabii onun bundan haberi yok. Nefret ettiğim okul hayatından, ilk defa o yaz okul başlasın diye dua ettim Allah’a. Kabul de oldu zaten, o yazın nasıl geçtiğini hatırlamıyorum bile. İkinci sınıf yeni başladığında okulun ilk haftası, onu görebilmek için koşarak gittim okula. Onunla aynı havayı solumak bile o kadar iyi geldi ki, anlatmaya kelimeler yetmez, iyi bilirim. Ve bir gün, kararımı verdim, artık konuşacaktım ama nasıl. Adını sanını bile bilmediğim birisiyle nasıl konuşacaktım. Bir rastlantı sonrası öğrenmiştim ve meleklere yakışır bir ismi vardı. Artık ona kendi ismiyle hitap edebileceğim için karşısına çıkıp konuşabilirdim ama yine bir sorun vardı, ne diyecektim. Günler hızla akıp giderken, iki ay boyunca her akşam okul dönüşü kendimi banyoya kilitleyip söyleyeceğim şeyleri tekrar ettim, her gün usanmadan, bıkmadan, tekrar tekrar…
Cesaretimi topladığım bir zamanda karşısına çıkmayı kafama koymuştum. Ama şansım pek yaver gitmedi. Bir kez yalnız yakalayabilseydim, tek bir kez. Onu görünce hissettiğim her şeyi anlatacaktım. Ruhumun bedenime büyük geldiğini, adını her anışımda çölde susuz kalmış bir bedevinin dudakları gibi kuruyan dudaklarımı gösterecektim, mideme yuva yapmış kelebeklerin sahibinin onun olduğunu söyleyecektim, uykusuz geçirdiğim her gecede yıldızlara ismini yazdığım gökyüzünün ona ait olduğunu söyleyecektim. Onu her gördüğümde, Allah’ın yarattığı her varlığa hayranlıkla bakan bu gözlerin O’na ait olduğunu söyleyecektim. Her gece dilim sürçmesin diye yaptığım tekrarları anlatacaktım. Düşmüş olduğum çöle, yağmur olmasını isteyecektim. Ve o gün gelmişti, onu ilk defa tek başına yakalamıştım geri dönüşü olmayacağını bildiğim için çıktım karşısına ve konuştum:
“Zarifoğlu’nun şu sözünü bilir misin Menekşe Yazmalı Kadın, ‘bütün marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı’ diye, evet gerçekten de bütün marifet o buluttaymış. Ben bu sözün üzerine biraz düşününce şunu fark ettim, asıl marifet o bulutu oraya koyan sanatkardaymış ve insanın o sanatkara ulaşabilmesi için o buluttan dökülen yağmurda ıslanan kuluna âşık olması gerekiyormuş. Ben âşık oldum sana. Sen benim gözümde nasıl birisin biliyor musun? Hani kocaman yüce dağlar vardır ulaşılması zor olan. İşte o dağların üzeri bembeyaz masumiyeti temsil eden karlarla kaplıdır ve bir bahar vakti sabah güneşinin o karların üzerine vurmasıyla birlikte o karların ortasında bir mor menekşe çıkar. Her şeye rağmen, Allah’ı ve bir devrimciyi temsil eden bir menekşe durur orada, işte sen benim için o menekşe gibisin. Seni Allah için çok seviyorum.”
Utangaç bir gülümse ile sözlerimi sonuna kadar dinledi, dinledi, dinledi. Sadece gülümsedi söylediklerime en içten gülümsemesiyle. O gülünce ben gülmeyi unuttum. Tek bir kelime konuşsun istedim konuşmadı ve sadece gülümsedi. Tek bir cümle söylesin, beni bu yangından kurtarsın istedim ama sadece gülümsedi, ben yangınlarda kaldım. Tek bir cümle söylesin beni çölden kurtarsın istedim ama sadece gülümsedi, ben o çöllerde mecnun misali onu aradım. O günden sonra ne ben onu ne de o beni gördü. Bir deli misali dolaşıyordum dünyada. Hayret makamına çıktım ‘Menekşe Yazmalı Kadın’ sayesinde, dünyada gördüğüm her şey bana hem onu hem de Allah’ı hatırlattı. Bazen bir gökyüzü, bazen bir çiçek, bazen bir dağ, bazen bir çocuğun gözleri bazen de uçan kuşlar. O gün bugündür, kalbi buz tutmuş bir adam oldum, ne yerine başka birini koyabildim ne de yüreğimdeki çöllerden ve yangınlardan kurtulabildim. Tekrar bir daha kopmayacak o fırtınalar içimde; çünkü ben gülmeyi unuttum.
Muzaffer Bilsin
İZDİHAM