Yazı ve yaşantı arasındaki ilişkinin mahiyeti edebiyatın en vazgeçilmez sorularındandır. Tercih ettiği sade ve “kasten daraltılmış” hayatı ve yazı evreninin derinliğiyle bu bağlamda modern edebiyatın en çok merak edilen isimlerinden biridir Nazan Bekiroğlu. Tarihin içinden kurduğu karakterlerin zamansızlığıyla kendisi de “bu zamanda” değil “tüm zamanlarda” yaşıyor gibi hissettirir okurlarına.
Bu nedenle yaşadığı “evren” çok merak edilir ama oraya girmek pek de mümkün değildir. Kaleme aldığı metinlerin birçoğuna ruhunu aksettiren şehri Trabzon’da geçirilen iki günün neticesinde çıktı bu söyleşi.
Bekiroğlu ile başta son dönem eserlerinde hissedilen dönüşüm ve gelenekle ilişkisinin bugün geldiği nokta olmak üzere, yazmak ve yaşamak arasındaki ilişkiye, şehirlerine, kahramanlarına dair pek çok şey konuştuk. Sizleri Nazan Bekiroğlu’nun büyülü evrenine davet ediyoruz.
İşinizin hayli zor olduğu muhakkak. Yazarın hayatını merkeze alan eleştiriden, okumadan imtina etsek de önümüzde duran bir külliyat var. Kasıp kavuran… Hatta bazen “dayanma cesaretim yok elime almaya” dedirtecek bir külliyat… Okur bu külliyatın arkasındaki yaşamı merak ediyor. Yaşamakla yazmak arasında bir ilişki var mı?
Olmaz mı, hem nasıl var. Yıllar önce Hilmi Yavuz’un bir cümlesi üzerinde uzun uzun düşünmüş, bunu kendi yazı maceramda sınama imkânını da bulmuştum. Demişti ki “Sanat evren karşısında öznel bir duruşun ifadesidir. Ve bu, yaşama dair bir tekliftir.” Ben böyle olmasam benim yazdıklarım öyle olmazdı neticede. Benim gördüğüm, yaralandığım, çıkış yolu aradığım bir hayat bende yazı kılınır sonuçta. Bu, duygularımdan yaşantılarıma kadar, başıma gelenler ve gelmeyenler kadar her alanı kapsar. Ama bu ilişki “Al eline kalemi yaz başına geleni” seviyesinde kalıyorsa orada edebiyattan söz edilemez. Ham yaşantının dahası birinci tekil şahıs duygunun dil ve terkip üzerinden edebiyat kılınması gerek. Bu da ister istemez bizi okuyucunun en masum merakı olan yazı-yaşantı ilişkisinde bir suniliğin varlığını fark etme noktasına doğru çeker. Bu yüzden kendi adıma sık kullandığım bir cümleyle “Sizin gördüğünüz dumanı, ateşi bendedir” diyebilirim.
Tanpınar, Haşim’in “hayatı kasten daralttığı”nı söyler. Hilmi Yavuz, “hayatı kasten daraltmanın” Haşim’den çok Necatigil’e yakıştığını ve “hayat kasten daraltıldığında” “imgenin genişlediğini” yazar. Şairler içindir bu yorum elbet ama sizin cümlelerinizi de lirizmden ayrı düşünmenin imkânı yok. Bir romancı olarak sizin de “hayatı kasten daralttığınızı” düşünüyoruz. Bu bilinçli bir tercih mi ve yazıya olan bir etkisi var mı?
Hayatın daralması hayal gücünü artırır muhakkak, tabii hayal varsa. Benim, çocukluğumdan bu yana daraltılmış bir yaşamım olduğu da ortada. Aşırı korumacı ebeveyn tavrının sonucunda neredeyse yaşanmamış bir çocukluk. Benzer bir genç kızlık. Bu da ister istemez sizi hayal kurmaya, kendi içinizde bitip tükenmek bilmeyen yolculuklara çıkmaya sevk ediyor. Söylemek istediğim şu ki bende hayatın daralması başlangıçta özgür bir seçim değil bir zaruretti. Bunun sonuçları yaratıcı eylem biçiminde sökün etti. Daha sonraları hayatım benim hayatım olduğunda bu kez ben hayatımın dağılmasından çok korktum. Söz gelimi İstanbul’da yaşamak imkânına kavuştuğum yıllarda bunu yapmak gelmedi artık içimden. Sade bir hayatı tercih ettim. Ama yazı üzerinde düşünen, dahası bunu konu edinen biri olarak yazı ve yaşamak arasındaki ölümcül ters orantı yazdıklarımda başlangıçtan itibaren temel bir izlek olarak belirdi.
Bilinçli okurun gözünden kaçmayacak bir dönüşümü konuşmak istiyoruz. İki düzlemde. Birincisi roman kişilerinin seçimi. Nar Ağacı’na gelinceye kadar romanlarınızı mitolojik, eskatolojik, ve tarihsel kimliklerden yola çıkarak inşa ettiniz. Nar Ağacı‘yla birlikte bu kimliklerden bugüne yaklaşan tip ve karakterlere doğru bir geçiş var. Biraz bu roman kişileri üzerinde konuşmak istiyoruz.
Ne söyleyebilirim bilmiyorum aslında. Özel bir seçim, programlı bir tavır değil çünkü. Kendiliğinden oluyor bütün bunlar. Kendimi öyle yazarken, onları yazarken buluyorum. Fakat biraz daha söylemeye çalışırsam, bir kez bulup sonuna kadar onunla oyalanmakla yetinen bir mizaca sahip değilim. Bulmaktan çok aramakla meşgul olanlardanım sanırım. Meseleler hep aynıdır ama onların gösterildiği zamanlar, zeminler, hatta üsluplar değişir. Bunun sebebi bir değil, bileşenleri çoktur. Olgunlaşırsınız, bıkarsınız, dilinizin artık yetmediğini fark eder yeni bir dil ararsınız, eski dilde ısrarın kendini tekrarlamak olacağını fark edecek kadar yüreklisinizdir, o kadar açık yürekli. Tabii bu çok riskli. Bir anda bütün kazanımlarınızın sıfırlanması tehlikesini de içeriyor çünkü. Fakat bunun hesabını yapamam ben. Çünkü beni ilgilendiren yazdıktan sonra ne olacağı, ne kazanacağım ne kaybedeceğim hiç değil. Beni yazma sürecinin bana armağan ettiği o avunma ilgilendiriyor sadece. Nasıl geliyorsa öyle akıyor. Gerisi umurumda değil. Bu yüzden kendimde “Hayatımın merkezinde duran şey yazıdır, yazarlık değil” cümlesini söyleme hakkını buluyorum. Bir şey daha var, evirip çevirip hep aynı romanı yazmıyor olmaktan da mutluyum. Değişkenliğimi, şaşırtıcılığımı seviyorum. Bana da iyi geliyor.
Kahramanlarınızı bugünden tarihe, masallaştırmaya doğru uzaklaştırıyorsunuz? Bugünden kaçıp geçmişe sığınan onlar mı, siz misiniz? Bu bağlamda, kahramanlarınızın üzerinizde haklarının kaldığını düşünüyor musunuz?
Uzun süre kahramanlarımın neden tarihten çıkıp da karşıma dikildiklerini düşündüm ben de. Fakat onların sadece tarihî kahramanlar olmadıklarını fark etmem zor olmadı. Bir zamana ait gibi görünseler de her zamana aittir onlar. Sırtlarında eski zaman elbiseleri vardır ama meseleleri her zamanın meseleleridir. Aşkları, ihanetleri, yöneticilerin halklarıyla ilişkileri ve daha bir sürü şey. Böylece aynı insan olduğumuzu görürüm. XVI. asırda yaşamış bir hattatla benim aramda temel meselelerde bir fark yoktur ve büyük ihtimalle XXVI. asır insanı ile aramızda da aynı benzerlik bulunacaktır. Görmek istediğim zaten budur. “Nakkaşın Yazılmadık Hikâyesi” diye bir öykü yazmıştım. Bunu sorgulayıp durmuştum. Aynı insan mıyız? Evet, giysilerimiz, yüzyıllarımız farklı olsa da aynı insanız. Dahası Sophokles ile Catullus ile aynı insan olduğumuzu bilmeye de ihtiyacım var.
Hak meselesine gelince. “Yüzleşme” diye bir yazı yazmıştım, öyle aniden geliveren türden bir yazı. Roman, öykü, mesnevi kahramanlarımla karşılaştığım bir yüzleşme anını anlatıyordum. Galiba ben ölmüştüm ve beni ilk olarak onlar karşılıyorlardı orada. Evet ben de doğal olarak akla ilk gelmesi gereken soruyu soruyordum: “Bana hakkınızı helâl ediyor musunuz? Razı mısınız benden?” Fakat asıl soru onlardan geliyordu: “Ya sen? Sen bize hakkını helâl ediyor musun?” O zaman fark etmiştim kahramanların yazar üzerinde hakkı vardır evet ama yazarın da kahramanlar üzerinde hakkı var. Fark etmiştim, heba edilmiş gençliğim, yalnızlığa düşmüş olgun yaşlarım, beklemeye alınmış akademisyenliğim, hayatla çarşı pazar mantığında bir türlü kuramadığım o hoşça uyum, acayipliğim vs vs. Karşılıklı helalleşmiştik galiba. Benim kaybım da daha az değildi tabii eğer buna kayıp olarak bakılırsa.
Gözlenen ikinci değişim, dilinizdeki sadeleşme. Nar Ağacı’ndan sonra Mimoza Sürgünü adlı deneme kitabınız yayınlandı. Denemeleriniz sizin ve romanlarınızın izini sürmemiz için çok önemli. Mavi Lale ve Mor Mürekkep ilk romanlarınıza işaret ediyorken Mimoza Sürgünü ve Kelime Defteri, Nar Ağacı’yla başlayan evreyi işaret ediyor. “Küçülsem Biraz” yazısında “daha sade, daha düz, daha yoksul olsam” diyerek romanlardaki dili de radikal bir şekilde değiştiriyorsunuz. Bu, edebiyatınızda bir radikal bir kopma mı, dönüşüm mü?
İlk bakışta radikal bir kopuş gibi görünebilir. Fakat bana daha çok dönüşüm gibi geliyor. Çünkü ırmak aynı ırmak. Koptuğu yer, geçtiği yollar, meseleler, acılar, şikâyetler aynı. En önemlisi çareler, teklifler aynı. İnsaniyet. Ama evet ırmak durulmuş gibi görünüyor ve bu en çok da dilde gösteriyor kendisini doğal olarak. Ben de yaşlandım, olgunlaştım, sadeleştim. Çok karmaşık zannettiğim meseleleri daha duru bir bakışla kavrayabiliyorum. Görece sükûnet içinde bir ruha, soğukkanlı bir dil yaraşır kanımca. Nasıl söylediğinden ziyade ne söylediğinin öne çıkması da diyebiliriz. Tabii bu da bendeki her şey gibi kendiliğinden oluştu. Şikâyetim yok. Irmak durulsun, kabulümdür. Yeter ki sığlaşmasın, suyu azalmasın. Derin aksın yeter, dibindeki çakıl taşlarını gösterecek kadar berrak olsun. Yeter ki kurumasın.
Bu dönüşümün bir de sosyolojik kısmı bizi çok düşündürüyor. Eski edebiyata, Osmanlı tarihine ilginizle roman atmosferlerini bu havzadan devşirerek kurguladınız. Ve elhak, eşsiz ve tekil bir kimlik bu yazınsal süreçte inşa edildi. Burada çok önemli bir şey var. Siz büyük bir medeniyete işaret edip geleneği bugüne taşıma meselesini entelektüel bağlamda dert edinmiş birkaç isimden biriydiniz. O dönemler merkezde dolaşımda olmayan bir tasavvurdu bu. Bugün açık söyleyeceğim, her yer lale, her yer ebru, hat, tarih, her yer Osmanlı Sultanı… Ve Nazan Bekiroğlu kopyaları… Tabii aslına yaklaşamayacak ölçüde kötü kopyalarıyla dolu. Sizin geçmişten uzaklaşmanızın böyle bir sosyolojik etkisi var mı üzerinizde?
Edebiyatın geneli adına konuşursak, soğukkanlı olmakta yarar var. Bir şeye duyulan aşırı ilgi bir ihtiyacın neticesidir. Bu, talep doğurur. Her talebin bir arzı, onun da doygunluk noktası ve ardından bıkkınlık aşaması gelir. Söylemek istediğim şu. Gelenekle bir biçimde irtibatlı eserlerin varlığı bizi bir rekabet alanıyla değil sonsuz bir zenginleşme imkânıyla yüz yüze getirmeli. Ancak kötü örneklerle de karşılaşıyor, beşeri aşk gibi ilâhi aşkın da içinin boşaltıldığını, şöhret ve ticari endişelerin yazar gibi yayıncıları da esir alabildiğini görüyoruz ne yazık ki. Bunlar aşılmaz değil aşılır. Neticede gerçek sanat kalıcıdır. Ama beni asıl endişelendiren popülerleşmiş bir tarzın onun gerçeği yerine ikame edilmesi. En masum fakat en çok zarara uğrayan kitle de okur oluyor. Çünkü okuduğunun gerçek edebiyat olduğunu sanıyor. Okuyucu-yazar piramidinin tabanında fakat tepeye atlayacağı dolgu basamakları kalmamış. Tepenin uçması an meselesi. Yol gösteren, ne nedir uyaran olmalı. İşte eleştiri bu yüzden önemlidir. Yayınevlerine de büyük sorumluluk düşüyor.
Tasavvufi geçmişe ve Osmanlı’ya atıfta bulunan romanlarla öne çıkarken muhafazakâr kesimde bu derece büyük karşılık bulacağınızı ve bunun Nazan Bekiroğlu’nun yalnızca bir kimliğini öne çıkaracağını ön görmüş müydünüz?
Osmanlı ile irtibatlanırken gayemin sadece geçmiş değil yani bir zamanlar değil her zaman olduğunu biraz önce belirttim. İnsan ve onun evrensel meseleleri. Diğer yandan ben dünyanın fiziksel gerçekliğiyle avunamayanlardan biriyim. Olgular dünyası benim gerçeklik tasavvurumu cevaplamaya yetmedi. Görünür dünyanın üzerinde saf bir gerçekliğin varlığını fark etmeye çalıştım hep. Bu da beni ister istemez uhrevi olanın kapısı önüne getirip bıraktı. Oradan içeri girenlerin ne gördüklerini anlama hevesim dünyayı kavrayışıma bir üst katman ekledi. Buna dair sezgi, evrensel meseleleri kavrama çabamda sanatımı etkiledi. Bütün ırmakların biraz yüksekten bakınca aynı ana kaynaktan çıktığını görmek çok onarıcı bir duygu. Sizi tahkim ediyor. Buradan baktığımızda her okuyucu benim ilgi dairemdedir. Çünkü bir insan, bir tip insan değil, insanın meseleleriyle ilgiliyim. Âdem ve Havva’nın hikâyesini yazarken bile tefsir yapma niyetinde değildim bariz olarak. Gayem ilk kuşak üzerinden iyiliği ve kötülüğü, aşkın ilk halini, insanın dünya halini anlama çabasından ibaretti. Bunu kim okur? Kim için yazılır? Böyle öngörülerim yoktu. Çünkü hiç düşünmedim. Hedef okur kitlesi filan seçmedim. Demiştim ya Nar Ağacı’nda, “Ben çantamı hazır ettim. Nasibi olan yoluma çıksın.” Gerisini bilemem.
Gelenekle modernliğin buluşması, geleneğin ihyası, gelenekten yararlanma, geleneği dönüştürme… Bu mesele ve ihtiyaç 90’larda başka bir şeye karşılık geliyordu, bugün ise neye karşılık geldiğinin dahi anlaşılmadığını düşünüyoruz. Siz gelenek kapısını mı kapadınız hocam? Hem de kapıyı öfkeyle çarparak…
Yok öyle değil. O kapı daima açık. Benim kapamamla kapanmaz, benim girmemle de çoğalmaz. Orada büyük bir medeniyet var ve o yerli yerinde. Ve kimsenin tekelinde olamayacak kadar da herkesindir. Fakat benim huzursuzluğum şu ki Tanpınar’ın canhıraş sorusunun içindeki olumsuz imanın kehaneti gerçekleşmiş gibi görünüyor. Mazi ile nerede ve nasıl bağlantı kuracağız, onun bütün eserlerinde satırların arkasında hep bu endişe sezilir. Mazi olmadan olamayacağız, evet doğru. Ama ilişki biçimimiz nasıl olmalı? Tanpınar’ın cevabı benim için de geçerlidir. Maziyi sadece mazi için sahiplenirsek bunun bir kıymeti yok. Çünkü aslolan bugün hatta yarındır. Öyleyse geçmişten bugünümüz ve yarınımız için bir değer, bir ilke edinebiliyorsak bunun bir anlamı olur. Estetik “şeyler” bile o ilkeler olmadan anlamsızlaşır. Onun için benim oynadığım zaman makinesi oyununda geçmişe giderken yanımıza almamız gereken tek şey bilincimizdir. Galiba bu bilincin bilenmesinde hata yapıyoruz. Demin bahsettiğiniz lale, ebru, hat, ney, tezhip vs unsurlar eğer onun içini dolduran medeniyet tasavvurunu, insaniyet ilkesini kavrayamazsak kurur, boşalır, köpüğe döner, şekilden ibaret kalır, kullanılır. Şekil deyince aklıma şöyle bir manzara geliyor. Tanzimat yıllarının en fazla itham edildiği alan şekilciliktir malum. Yanlış Batılılaşma klişesi. İşte tam olarak böyle. Felsefesine eremediğimiz bir geleneğe duyulan nostalji bu kez tam tersi yönde bir “yanlış Osmanlılaşma”ya dönüşür. Kanımca Haşim’in “Gurebahane-i Laklakan”ını, Ömer Seyfeddin’in “Gizli Mabed”ini bir kez daha okuma zamanıdır.
Hocam çok önemli bir mesele bu. Bir asır boyunca şekle indirgenip ucu Oryantalizm’e varan bir “Batılılaşma”ya karşı çıktı bu ülkenin aklı selimleri. Bu kez de şekle indirgenen bir “Doğululaşma” ile ya da sizin deyişinizle “Osmanlılaşma” ile mi karşı karşıyayız?
Sözünü ettiğim o iki metin üzerinden devam edelim öyleyse. Meselesi birbirine benzeyen bu metinlerde bir medeniyeti satıhtan seyretmek eleştirilir. Bu kez yüzeyden seyredilen Osmanlı medeniyetidir, onun hayranları da Frenkler. Ancak medeniyet şuurunun üç beş parça eşyaya perestiş etmekle inşa edilemeyeceğine ilişkin Haşim’in de Ömer Seyfettin’in de eleştirisi serttir. Çünkü aslolan saatin kadranını kopyalamak değil zembereği çözmektir. Çünkü bu eserler topyekûn bir zihniyeti ifade eder, onun bir tezahürüdür. Çünkü bu güzel “şeyleri”, kendisini var eden ve asırlar içinde teşekkül etmiş felsefenin, davranışa dönüşmüş alışkanlıkların, değer yargılarının, kısacası bağlamının içinden koparıp duvara iliştirdiğinizde orada olsa olsa turizm ve egzotizmden söz edilebilir. Onun da ucu oryantalizmdir. Bu yüzden hepi topu tatmin edilmiş egzotizmin hazzıyla başı döner bu metinlerdeki Osmanlı hayranı Frenklerin.
Biz de eğer arkadaki hayatın temel dinamiklerini zihniyette anlayamaz ve pratikte uygulayamazsak bugün o kadar özenerek baktığımız kendi geçmişimiz karşısında ters yönde bir oryantalizme düşeriz. Felsefesini kavrayamadığımız, “Gizli Mabed”ine giremediğimiz bir dünyanın hatırası olarak, bir medeniyeti 3. dereceden kopya Osmanlı konaklarına indirgeyiveririz ve önünde Instagram fotoğrafı çektirmekten öteye geçemeyiz. Onun da içi boş kalır. Bihruz’un Batı’yı anladığı kadar anlayabiliriz ancak kendi geçmişimizi. Bu kez bizden bize bir oryantalizm. Bunlar tehlikeli şeylerdir.
Sizden zaman zaman hem kendinizin hem romanlarınızın anahtar kelimelerini isteyen sorular oluyor. Kelimeye olan tutkunluğunuzu de bildiklerinden. Çok büyük bir çatı olacak belki ama bence Nazan Bekiroğlu külliyatı bir sözcükle açıklansa o sözcük “çatışma” olurdu. Bunu okurun da çok fark ettiğini düşünmüyorum hocam. Bu çatışmalardan çıkan güçlü karakterler var ayrıca. Örneğin Nar Ağacı’ndaki Sofya ya da Azam. Biraz bu çatışmaları konuşmak istiyoruz.
Çatışma sanatın temel ilkesi. Hele romanın teknik şartı. Romancı da her sanatçı gibi bir huzursuzluğu olan figür. Bende de öyle. Problemlerim var, açmazlarım var, şikâyetlerim, itirazlarım, isyanlarım var. Kapısına yüz vurduğum ve gerisin geri döndüğüm çıldırmalarım var. İyi ki de var. Yoksa roman olmazdı. Bu açıdan çatışma çok genel bir başlık. Üst küme. Bir küme daha aşağı inersek bendeki çatışmanın temel başlığını aramamız gerekir. Bariz sorum nedir? Ben size sorumu değil cevabımı vereyim. İnsanlardan kaçarak insaniyete sığındığımı fark ettiğim şu olgunluk yaşlarımda cevabı daima insaniyet olan huzursuzluklarım var. Sorular çok, cevap tek.
Şehirlere duyduğunuz büyük bir aşk var. Neden?
Biraz önce daraltılmış yaşamlardan bahsettik. Seyahat o darlıktan çıkmamı, boğulmamamı sağlıyor. “Beslenme kaynaklarınız ne?” sorusuna verdiğim cevaplardan biri de seyahat. Ama her şehir her ülke değil. Beni ben yapan şehirleri arıyorum. Bu da bazı şehirleri diğerlerinden fazla sevmeme sebep oluyor. Oralarda kendimi daha mevcut hissettiğim, daha gerçek olduğumu fark ettiğim, kısacası var olduğum şehirler. Bunu Isfahan’da, Şiraz’da, St Petersburg’da, Tiflis’te, Nil boyunca yaptığım seyahatlerde, özellikle Luxor’da çok yoğun olarak hissediyorum. Fakat yine eksik bir şey var. Mısır’ı ilk gördüğümde “Bana sadece mekânda değil zamanda da seyahat lazım” demiştim. Şimdi anlıyorum ki şehirler bugünleriyle değil dünleriyle var ediyorlar beni. Bir bakıma bugünlerine bakarak dünlerine ulaşabiliyorsam bir anlamı oluyor onların benim için. Bu hususta da pek kabiliyetli olduğumu biliyorum. Bütünüyle modern bir şehirden ibaret olan, geçmişinden çok az şeyi saklayabilen Tebriz’de bile bir ayrıntı, bir taç kapı, ya da kapalı çarşı ortasında halı denkleri üzerine dökülen bir ışık demeti zaman perdesini ortadan kaldırmama yetebiliyor. Çünkü ön okumalarım var. Şehirlere onların tarihlerini, asırlar üzerine yığılmış imajlarını hissetmiş olarak gidiyorum. Ufacık bir görüntü yetiyor. Fazlası ise bütünüyle beni zaman aşırı kılıyor. Bu yüzden İran’ın modern Tahran’ından çok tarihin bir yerinde donmuş kalmış Yezd’inde, onun da eski şehrinde büyülenmiştim. Kim bilir görmediğim böyle kaç şehir var?
Sizin Doğu kadar Batı’yı da çok iyi hatmettiğinizi biliyoruz. Hem de sinemadan müziğe, edebiyattan tarihe kadar. Denemelerinizde çokça yazdınız. Ama romanlarınızda bir gün sakladığınız o defteri de açacak mısınız?
Ya kısmet. Mümkündür.
Rus Edebiyatına duyduğunuz derin ilgiyi konuşmak istiyoruz. Dosto’nun ya da Tolstoy’un romanlarını kim bilir kaç kez okudunuz. Rusya’da yaptığınız geziler… Mezarlıklarda dolaşmalarınız… Bu bağ neden?
Bunun cevabını çok aradım. “Tarih ve coğrafya üzerinde benzer koordinatlarda durduğumuzdandır” diye cevap verebildim çoğu kez. Bir kıyas. Fakat bu cevap ilgimin sadece toplumsal boyutunu kapsıyor. Bunun dışında estetik ve psikolojik sebepler de olmalı. Bir gün Orhan Okay hocam Çaykovski için “Sibirya’dan kopa gelen bir çığlık” demişti. Yine insaniyet meselesine geliyoruz sanırım. Rusya büyük. Her anlamda büyük. Sanatı, edebiyatı, tarihi, coğrafyası, her şeyi. Petersburg’u ilk gördüğümde özellikle meydanlarının çok büyük olduğuna dikkat etmiş ve bu meydanların devrimleri çağırmasının kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Çünkü bu büyüklük kendi içinde bariz çelişkiler de içeriyor. Sınıflı bir toplum yapısı. Yoksulluk ve zenginlik, merhamet ve zulüm bir arada. Medeniyet ve vahşet de öyle. Sanki insanlığın ne olduğunu ve ne olmadığını onun tabiatında, sanatında ve tarihinde bir aynanın içinden ve berrak görüntüler üzerinden seyretmek mümkün. Gidilecek son yere kadar gitmek ve orada ya düşmek ya geri dönmek. Sibirya’sı var Rusya’nın örneğin. Bu çok dokunaklı. Ve Diriliş’te Katyuşa’nın çığlığıyla kendi dirilişine doğan Nehludov olmasaydı, Suç ve Ceza’nın son sahnesinde İrtiş ırmağının karşı kıyısındaki göçebe Tatarlara bakarak İbrahimi zamanları hisseden Raskolnikov olmasaydı; bir kıtlık esnasında köylülere yardım için adamakıllı örgütlenen malikâne efendisi Kont Tolstoy’un ve aynı kıtlıkta köy köy dolaşarak hastaları tedavi eden kasaba doktoru veremli Çehov’un bizatihi kendi yaşantıları olmasaydı benim ilgim bu kadar yoğun olmazdı.
Bir Dinozorun Anıları beklenmedik şekilde çok satmaya başlayınca Mina Urgan’ın Şakir Eczacıbaşı’nı arayıp o kısık sesiyle, “Şakir, ben nerede yanlış yaptım?” dediği anlatılır? Siz, ben nerede yanlış yaptım, dediniz mi hiç?
Hayır demedim. Ama şaşırdığım zamanlar oldu, itiraf edeyim. Üzerine -en azından Nar Ağacı’na kadar- zor anlaşılırlık yaftası yapışıp kalmış biri için hatırı sayılır bir okuyucu nüfusuna ulaşmak, “çok satmak” beni de şaşırttı. Ama demek ki bunları da okuyanlar var ve bunu bir yerde yanlış yapmak olarak değerlendirmedim hiç. Aksine, okuyucuya güvenmeyi yeğledim. Çok okunmak, çok satmak uğruna hesaplar yapmaya girişmediğiniz, yazınınızdan ödün vermediğiniz, kendinize ve okuyucuya ihanet etmediğiniz, samimiyetsizlik etmediğiniz sürece çok okunmanızda bir zarar yok.
Röportaj: Seval Akbıyık ve Sakine Korkmaz, Arka Kapak
“İZDİHAM