3 Mart 2016

Nazan Bekiroğlu, Mezuniyet Gecesi

ile izdiham

“Gene gelirsiniz. Gene gelirsiniz”.

Karşılıklı bir aldanmanın peşinen mağlup hükmünde vedaya bakan bir cümle: “Gene gelirsiniz”. Mağlup, çünkü araya zaman girdikten sonra bu kente tekrar geldiğinizde. Ne bıraktığınız kent aynı kenttir, ne siz. Ne de biz!

Gelmeyin. Gelmeyin.

Ne okyanus yeşili, “kara” bir denize açılan rampa eski rampadır siz tekrar geldiğinizde, ne de “mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin” yerli yerindedir. Bir kuytuda kirli bir ayna da iade etmez artık görüntünüzü.

Ne Raskolnikov’la üstün insanın varlığını sorgularsınız, ne Dmitry arınışıyla yaratılma anının sevinçli ve ışıklı aydınlığına doğar bir Paskalya sabahı, bir de Sibirya’nın buzlu karanlığı. Ne Julyen’in gerçek aşkı tanıması için ölmesi gerektiğini fark edersiniz ne de Meyhane’nin kasvetli sokaklarında içiniz kararır. Oysa dışarıda bahar güneşi tahta sıralarınızda yansımakta.

Zamanı tanırsınız sonra. Zamanı tanımak değildir aslında bu. Zamanı değil, izlerini fark edersiniz çünkü. Çünkü zaman ateş gibidir ve nakkaşlar, öğrenmişsinizdir, ateşi değil ateşin cisimler üzerindeki yansımasını çizebilirler en fazla. Düşünün bakalım siz kim bilir hangi otobüsün dört yıl önceki bir ekim akşam üzerinde (sabah mıydı) getirip suyun kıyısında bıraktığı merserize kazaklı o çocuğun gözleriyle mi bakıyorsunuz hayata? Ey kalbim sen dört yıl önceki sen misin hâlâ? Ne bulutlar eski yağmurları yağdırmaya gelirler, ne siz aynı bulutlar olursunuz. “Saçlarınız itirafçı”, göz altı çizgileriniz şimdiden tutuklu. İçinizde belki onca kitaptan arda kalan tek cümle, hatibi siz muhattabı zaman: “Dur geçme ne kadar güzelsin”.

Ve: Allah’ım ne olur bir ders daha, tek bir ders daha. Fakat hayır. Ateş gibidir zaman.

Her ekim gelir, her haziran dönerdiniz. Gündüzlerle geceler eşitlendi oysa. Şimdi gece gündüzün, gündüz gecenin içindedir. Ve dahi tümden gitme vaktidir. Bir yığın anının kalabalığında.

Üzeri imzalanmış bir çağrı metni. İlk sahifesi ithaf taşıyan bir kitap. İçi şiir dolu bir defter, bir yığın alıntı. Gül yaprağı, hanım eli dalı. “Pardon, edebiyat öğrencisi miydiniz?” Sonra dergiler, bu gece uykusuz kalacaksınız. Sonra uzun uzun tasvirler, aman Balzac duymasın, birazdan uykunuz gelecek. Ya da “Söz aramızda”, atlayacaksınız. Söz, kimselere söylemem. Söz, dönüp dolaşıp sahibini bulan söz.

Bir yığın anının kalabalığında. Ne kadar çok romanın ve ne kadar çok acının refakatinde. Bir ışık. Bir ışık daha. Bir küçük hayret. Sonra fark etmenin şaşkınlığı. Doğru, yaşamak her şeye rağmen kendi güzelliğini devşirir.

Aslında biliyor musunuz, tekrar geldiğinizde siz belki aynı siz olabilirsiniz, belki kent de yerli yerindedir. Hayattır değişen en fazla. İçinizden ihtilaller gibi geçip gitmektedir. Bir ırmak. Bir yağmur. Bir sürgün. Zamandır değişen en fazla.

Siz şimdi bir yolun sonunda bir yolun başında, gidersiniz.
Ya biz? Kalır mıyız? Ama hatırlayın hani. 9. Hariciye Koğuşu’nun bitişi. Robdöşambr içinde hep aynı kişi: Hasta! Söylemek istediğim. Ne siz. Ne biz. Yani bu rüzgâr kokulu sınıflarda olmasak da… Üzeri tebeşir artıklı koyu yeşil bir tahta. Birkaç sıra. Ve ucu denize açılan birçok buğulu pencere. Bir anlatan ve bir de dinleyen. Burada böylece durdukça. Anladınız işte. Beni daha fazla söyletmeyiniz.

Mezuniyet geceniz? Tam vakti. Ne müzik, ne kostüm, ne hazırlığı görülmeden sırtınıza kalan konuşma. Heyecan, koşuşturma. Beyhude! Notların ilan edildiği o upuzun listelerde adınızı aramayı “unutmadınız mı?” yoksa? Sadece öğrenmiş olmak, neyi öğreneceğini ve nasıl öğreneceğini bilmek, yeterli değil mi? Öyleyse tamam, şimdi “mezun”sunuz. Mezun, yani izinli. “Lügate yiğitlik olmaz” mı? Bakın öyleyse: Osmanlıca Türkçe Sözlük. Tam elli bin kelime. Peki ya sizin duygu kabiliyetiniz? Elli bin satır başıyla mı sınırlı kalbiniz? Ya hayalleriniz? Sözcüklere aldırmayın siz iyisi mi.

Yapacak tek şey kalır.

Terk edersiniz kenti yolun sonunda. Saat 12.00′dir, gecedir. İlk bakışta iyi bir saat gibi görünmemektedir. Oysa bu kenti terk etmek için en iyi saat gecedir.

Fakat ne büyük saatin gongu vurur arka arkaya. Ne camdan pabucunuz kalır basamaklarda.
Öptüğünüz kurbağaların prense dönüşmesi hayatınızın asli meselesi olmaktan çoktan çıkmış, şimdilerde öptüğünüz prenslerin kurbağaya dönüşmesini dileme dairesindesiniz.

Yağmur yağar yine de.

Terk edersiniz kenti, gecedir.

Bir otobüsün kim bilir kaç numaralı koltuğunda. Gök gürlerken uzaktan değil, yakından çok yakından. Korkabilirsiniz. Ateşin terbiyesinden geçmemiş miydiniz? Olsun. Bırakın kendinizi korkunun kollarına. Korkmanın da güzel bir yanı olabilir. Yağmur camlarda. Ve siz. Bir hayli “romantik”. Hangi roman? Hangi kahraman? Ve hangi sahne? Şimdi. Ve hangi sezgi?

Bulanır suları kapkaranlık bir gecenin.

Sular derin akmaya başlar. Gecedir. Hadise.

Savrulun, korkmadan. Vaktidir.

Nazan Bekiroğlu
İZDİHAM