1998 yılında ilk öykü kitabı olan Küller ve Uçurumlar yayınlandıktan sonra 2005 yılında da Otuz Üçüncü Peron, 2014 yılında da Ansızın Hayat isimli öykü kitaplarınız yayınlandı. Biz de sizi yazdığınız öyküler ve öyküler üzerine geniş kapsamlı yazılarınızla biliyoruz. Öykü ve hikâye kelimelerini genelde belli kesimler, ikisini özellikle birbirinden ayırt etmek için kullanabiliyor ama sanki öykü sözcüğü, hikâyeyi de içinde barındıran, onu da kapsayan bir tür. Öykümüzün Sınır Taşları isimli kitabınızdan hareketle öykü-hikâye ayrımına nasıl bakıyorsunuz?
Aslında bu sorunun cevabı olaya nasıl baktığımızla ilgili bir durum. Öncelikle kastettiğimiz bir “yazınsal tür” ise arada bir fark yok. “Öykü” derken de “hikâye” derken de aynı yazınsal türü adlandırırız. Ancak dilsel gelişmeler sonucu kelimelerin yeni anlam boyutlarıyla düşünüldüğünde araya farklılık koymak da mümkündür. Bu anlamda öykünün günümüzdeki aldığı yeni biçim düşünüldüğünde bu metinlere öykü demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Örneğin Mevlâna’nın Mesnevi’sinde anlattıkları öykü değil de hikâyedir. Buna karşın Rasim Özdenören’in günümüzde yazdıklarına öykü denmelidir. Bir başka deyişle geleneksel edebiyatımızda bir yazınsal tür olarak algılanmayan bu tür anlatılara hikâye denmesinde bir sakınca yoktur ve doğrusu da budur. Ancak modern biçimiyle yazınsal bir tür olarak ortaya çıkışıyla birlikte bu metinlere öykü denmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Bilindiği gibi Türk edebiyatında “hikâye” çok geniş anlamlar içeren bir kavramdır. İlk dönemlerde roman için bile “hikâye” terimi kullanılmıştır. Ör- neğin Halit Ziya’nın “roman” üzerine yazdığı kuramsal kitabının ismi Hikâye’dir. Daha sonra roman terimi kullanılsa bile aynı anlamda hikâye teriminden de vazgeçilmemiştir. İlerleyen zamanla birlikte edebiyat dünyamızda “roman” ve “hikâye” terimleri gerçek anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır. Son dönemlerde hikâye yerine öykü terimi yaygınlık kazanmıştır. Dil tartışmalarına girmeden söylersek, “hikâye” yerine “öykü” sözcüğünün benimsenmesi, bu anlamda yerinde olmuştur. Çünkü daha çok anlatılan şey, olay ve konuyu kapsayan bir terim olan hikâye, öyküyü içermekle birlikte, gündelik dilde geniş bir anlam alanı olduğu için yanlış anlaşılmalara neden olmaktaydı. Oysa modern bir form olan öykü, hikâyenin belli bir disiplinle anlatılmasıydı. Böylece öykü sözcüğüyle birlikte, yeni form olan öykü de yeni adına kavuşuyordu. Artık roman, öykü değil hikâye anlatıyor; roman da öykülerden değil, hikâyelerden oluşuyordu. Dildeki bu gelişme karşısında öykü sözcüğü farklılaşmıştır.
Bu farklılığı şöyle de açıklayabiliriz. Eğer sokakta bir trafik kazası oldu, beş kişi öldü dersek ve bu olayı da anlatırsak bir hikâyeden söz edebiliriz. Ancak o trafik kazasını bireysel bir dramdan yola çıkarak ele alır bir edebî disiplinle yazarsak öykü yazmış oluruz. Bu anlamda hikâye “anlatılan” bir şey, öykü ise “yazılan” bir şeydir. Bu nedenle “hikâye” sözcüğünün geleneksel anlatılarımızdaki anlatma biçimlerinden biri anlamında kullanılması daha yerinde olur. Günümüz yazınsal tür anlamında ise bu anlatılara öykü demek yerindedir.
Öykülerinizin size ait olduğu, sizin kaleminizden çıktığı duygusunu veren en önemli imzanız nedir? Bilerek yaptığınız ve o öyküyü sizin kılan?
Öyküde ritim, şiirsellik, dil yetkinliği ve çağrışım zenginliği ile bir öykü evreni kurmaya çalışıyorum. Bu öğelerin modern öykünün oldukça önemli vasıfları olduğunu sanıyorum. Geleneksel anlatılarımızdaki ruhu, modern anlatıların biçimiyle örtüştürerek yeni yapı inşası peşindeyim. Bu çağın atmosferine denk düşen bir biçim kaygısı ile parçalanmış, çarpılmış, yitik çağdaşlarımla aynı yerde buluşmak istiyorum. Geçmişimle, bütün bir birikimle de bir tema yakınlığı içerisinde olmak istiyorum. Öyküde arayışım sürüyor. Yazma serüvenim de, kendi dilimi bulma çabalarım da. Ama sonuçta yaptığım şeylerin hakikatle bir bağlantısı olsun istiyorum. Bütün bunları başarabildiğim öyküler beni yansıtan, temsil eden öyküler.
Şiirin doğuda, romanın batıda yükseldiğini biliyoruz. Öykünün coğrafyasını konumlandırmamız gerekecekse işe nereden başlayabiliriz? Edebiyattaki Doğu-Batı ayrımı öyküyü nasıl konumlandırır? Ya da konumlandırır mı?
Her anlatı, doğmuş olduğu medeniyeti, kültürü, çevreyi, birikimi dile getirir. Çünkü kültür/edebiyat, içinde yaşanılan çağın, medeniyetin, zihniyet ve anlayışın bir ürünüdür; doğmuş olduğu iklimi yansıtır, onunla biçimlenir. Hiç şüphesiz doğduğu toprakların verimidir. Efsaneler, masallar, hikâyeler o topraklara ait korkuların, umutların, duyguların, hikmet ve düşüncelerin söze, yazıya aktarılmasıdır. Kuşkusuz çevresi bile insanı biçimlerken, medeniyetin üretilen edebiyatı, sanatı etkilememesi, belirlememesi düşünülemez. Bu nedenle sanatçının hayatı ve çevreyi idraki metne, esere yansır; eser, yaşadığı çevreyi, atmosferi seslendirir. Batı anlatılarında, şiirlerinde ırmakların çağıltısı, ormanlar ve dağlar konuşurken, Şark anlatılarında çöl rüzgârları eser, güneş yakar. Batı’da ancak İlyada, Odysseia üretilir, Şark’ta Binbir Gece Masalları ve Leyla ile Mecnun… Türk topraklarında ise kahramanlık destanları: Manas Destanı. Bu nedenle destanlar, masallar, hikâyeler her zaman medeniyetin ortak dili, duyarlığı olmuşlardır.
Ancak sanat, içinden doğduğu toplumu, çevreyi, olayları bir tarihçi gibi değil, yeni bir anlayışla, kendi doğasında özümseyip yeni bir biçim ve dille inşa eder. Goethe Alman, Baudelaire Fransız, Dostoyevski Rus dünyasının ve birikiminin bir yansımasıdır. Yûnus Emre, Mevlânâ, Bâkî, Fuzulî, Şeyh Galip ve Mehmet Âkif gibi şairlerimiz bizim medeniyetimizin sesidir.
Burada belirleyici olan o topraklara ait kutsallar, inançlar ve dindir. Çünkü sanat ve edebiyat tarihsel süreç içerisinde kutsalla hep iç içe olmuştur. Her hikâye doğmuş olduğu medeniyet dilini yansıtır. Ait olduğu kültürü, çevreyi, birikimi dile getirir. Bunlar insanlığın evrensel yanlarını anlattıklarında birbirine yaklaşır, kutsalla bağ kurduklarında ise ait oldukları medeniyeti yansıtarak farklılaşırlar.
Batı’da resim, heykel gelişirken, Doğu’da ağırlıklı olarak anlatı sanatlarının gelişmesi kuşkusuz bir medeniyet algısının sonucudur. Bu bağlamda Doğu ve Batı sanat anlayışındaki farklılık resme bakışta daha da netleşir. Resim, Batı sanatının merkezindedir.
Batı daha çok kendini “resimle” anlatmıştır. Din, siyaset, düşünce hemen her şeyi, Batı, resim üzerinde belgelemiştir. Her dönemde resim dini yorumlamış, Hristiyanlıkla yan yana yürümüş, aynı serüveni yaşamıştır. Kilise ve resim iç içe girmiş, büyük bir mesaj taşıyıcısı olmuş, hatta giderek dinin görsel malzemelerini, ikonlarını üretmiştir. Kilise sanatın/resmin gücünü sonuna kadar değerlendirmiştir. Çizilen suretler bir kutsala dönüşmüş, tüm kutsal kişilikler resmedilmiştir. Dönemin tüm ünlü ressamları kilise için resimler üretmiş, anlaşmalar yapmışlardır. Ancak resimlerin tümünün bir “hikâye” anlattığı, bir olaya, bir kıssaya ya da tarihsel belgeye yaslandığı görülür. Her resim apaçık bir hikâye anlatır. Pek çok olayın “hikâye”si resimle anlatılmıştır. Bazen tek resimle de yetinilmemiş, ebatları farklı dizi resimlerle hikâye resmedilmiştir.
Doğu medeniyetinde ise resim ve heykelin put olarak algılanması (böyle yorumlanması) sonucu getirilen yasaklar iki önemli gelişmeye neden olmuştur. Öncelikle yazıyla resim yapmak yoluna gidilmiş sonuçta “yazı-resimler” ortaya çıkmıştır. Böylece yazı ile resim birleşmiş ve yeni sanat yorumları doğmuş, minyatür, tezhip ve yazı-resimler üretilmiştir. Bu resim yasağı algısı (yorumu) öte yandan da “anlatı” geleneğini, söz kültürünü beslemiş, geliştirmiştir. Batı, hikâyesini çizerek resme aktarırken, Doğu tü- müyle sözde yoğunlaşmış, bütün dikkatini buraya vermiştir. Doğu anlatacağı her şeyi hikâyeyle ifade etmiş, destanlarda, masallarda, halk hikâyelerinde, hayatı, ahireti yorumlamıştır. Doğu hikâyeleri tümüyle bu medeniyetin bütün unsurlarını, coşku ve acılarını hikâyeyle ifade etmiştir. Medeniyetin bütün hassasiyetleri, gelişim ve durgunlukları hikâyelerde yer bulmuştur. Çünkü Doğu’da kıymetli olan sadece ve sadece sözdür.
Şiire, vezne, kafiyeye, hikâyeye, güzel söze düşkün Doğu toplumu hayatı ve ahireti anlamak, anlatmak, hikmetleri kavramak için vaaz ve risaleler dışında sanata, hikâyeye, şiire tutunmuş, onunla medeniyet algısını açıklamıştır. Batı medeniyeti için resim sanatı neyse Doğu medeniyeti için hikâye odur.
Edebiyattaki ideoloji angajmanını konuşursak neler söylersiniz?
Türkiye’de, edebiyatımıza siyasetin yansıması ve siyasi anlamda kırılma 1950’lerde başlıyor; gerilere doğru gittiğimizde 1940’larda 1935’lerde, o dönem edebiyatının tümü daha kapsayıcı, Sait Faik, Necip Fazıl, bunlar arkadaşlar; Sait Faik’in Büyük Doğu Dergisi’nde hikayeleri yayımlanıyor ama ne olduysa 1950’lere gelindiğinde, soğuk savaşın etkisiyle hem dünyada hem de Türkiye’de bir kutuplaşma başlıyor ve edebiyatta çok derin bir yarılma oluyor. Sait Faik’e farklı bir gözle, Orhan Kemal’e farklı bir gözle bakılıyor. Orhan Kemal sol, sosyalist çizginin bir öykücüsü olarak Sait Faik’in karşısına çıkarılıyor. Sait Faik aslında kendisini bir ideolojik angajman içerisinde sınırlamıyor. Daha çok hümanist çizgide diyebileceğimiz tabiat, doğa vurgusu ağırlıklı bir edebiyat anlayışı benimsiyor.
Sezai Karakoç – Cemal Süreya arkadaşlığı da iyi bir örnek, ideolojik farklılığa rağmen ikisi de iyi arkadaşlar.
Evet bu da güzel bir örnek. Siyasetin bu kamplaşmada bir çözüm üretemediği anlaşılıyor. Çünkü siyaset kendi argümanları içerisinde doğrularını dayatan ve bu ayrışmayı da aslında keskinleştirmeyi isteyen bir yapı. Sözgelimi, siz bir siyasi partiyseniz kendi sesinizi duyabilecek o insanları bir çatı altında toplamak istiyorsunuz. Dolayısıyla çok fazla köprü atma siyasetçilerin işine gelmiyor ama edebiyat dediğimiz şey farklı bir dil konuşuyor; daha yumuşak, sokak dilini aşan bir dil. Türkiye’nin çıkışının da doğal olarak ben bu edebiyat diliyle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Ötekinin bir diğerini ancak edebiyatın diliyle anlayabileceğini, siyasetin diliyle artık farklı kesimlerin birbirlerini anlayamayacağını ama edebiyatın, yumuşak, naif dilinin insanların birbirlerini anlamasında bir ortak zemin oluşturabileceğini düşünüyorum ve buraya daha çok vurgu yapılması gerektiğini düşünüyorum. Edebiyat, bizi ayıran değil, birleştiren bir görev üstlenebilir. Sait Faik de burada aslında her kesimin üzerinde ortak anlaşabileceği isimlerden biri. Peyami Safa’nın onun için dile getirdiği, “Bohem şehidi” kavramı bu anlamda iyi bir tanımlamadır. Yoksa, bu ülkede üretilen edebiyata, sol edebiyat ya da sağ edebiyat gibi ayrıştırmalar getirilmesi son derece yanlış. Eğer Türkiye diyorsak -Ben Öykümüzün Sınır Taşları’nı yazarken 100 öykücü seçtim. Burada her görüşten her siyasi anlayıştan insanlar vardı. Kemal Tahir de var, Orhan Kemal de var, Sait Faik de var, Rasim Özdenören de var, Mustafa Kutlu da var. Eğer siz edebiyatı tek gözle görürseniz; yani sadece Bilge Karasu’yu, Kemal Tahir’i, Orhan Kemal’i, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Tomris Uyar’ı alırsanız o bizim öykücülüğümüz olmaz. Türkiye’de bu yanlış yapıldı mı? Yapıldı. Çok açık ki Türkiye’de sol egemen bir kültürel iktidarı sürdü uzun süre. Şiirde Sezai Karakoç uzun süre yok sayıldı mesela. Şiir antolojilerinde bile yer almadı. Cahit Zarifoğlu yer almadı. Ama şimdi bu aynı yanlış tersinden yapılmamalı. Ne siyasi iktidara sahip olunduğunda ne de kültürel iktidara sahip olunduğunda Ülkü Tamer, Edip Cansever, Cemal Süreya, dışlanmamalı. Bu ülkede üretilen bütün şiir, roman, edebi eserler kuşatıcı bir şekilde Türkiye’nin ürettiği edebiyat olarak algılanmalı. Sait Faik’in hiçbir insani zaafı, siyasi seçimi onun iyi bir edebiyatçı olduğunu gölgelemez. Onun edebiyatına bakmalıyız. Ürettiği metne bakmalıyız. Metin, eğer güzelse biz buna sahip çıkmalıyız. Onun ideolojisini, siyasi görüşünü, insani zaaflarını hatta, yargılamamalıyız. Aynı şekilde Sezai Karakoç’un şiirine, Rasim Özdenören’in, Mustafa Kutlu’nun “bu gerici, yobaz” diye damgalanmasına karşı çıkıyor isek Sait Faik’in de Bilge Karasu’nun da Kemal Tahir’in de siyasi görüşünden dolayı ürettiği metne karşı durmamamız gerekir.
Sait Faik, insanların içerisine çıkıp bir kahvede muhabbet etmeyi kendisine zul görmüyor ama bugün birçok öykücü, edebiyatçı şu an politik anlamda beyaz Türk olarak nitelendirilen duruşa da sahipler. Sait Faik’in Alemdağında Var Bir Yılan kitabı, İkinci Yeni şairlerinin kendilerine çıkış noktası olarak kabul ettikleri kitaplardan biridir. Çünkü dil olarak orada çok başka bir şey yapıyor Sait Faik. Mesela, Sait Faik hep sokaklarda, insanlarla haşır neşir oluyor, hümanist bir tarafı var, 50 kuşağının çizgisine baktığımız zaman, dil olarak sürdürüyorlar belki ama daha farklı bir yerdeler. Leyla Erbil’in duruşuna baktığımızda daha bir tepeden bakış var orada. Daha yargılayıcı bir bakış var; Sait Faik’te onu görmeyiz. İçeriden biri. İdeolojik bir yarılma değil aslında, Türkiye’deki elitlerle çevredekilerin arasındaki yarılma bir anlamda edebiyata da yansıyor mu?
Aslında orada bana kalırsa 1950 öykücülüğünde Leyla Erbil, Onat Kutlar, Erdal Öz gibi daha çok varoluşçuluk etkisi altındaki o yenilikçi edebiyatın Sait Faik’le eklemlendiği yer bireyselleşmedir. Sait Faik Alemdağ’da Var Bir Yılan isimli öyküsünde insanın bireyselleşmesini vurguluyor. Dolayısıyla İkinci Yeni hareketini bireyselleşme bakımından etkiliyor. Burada aynı zamanda fantastik öğeler var, oradaki sembolik ve simgesel anlatım varoluşçu öykücülüğünü etkiliyor. Ferit Edgü’nün de “eklemlenmek” diyerek ısrarla üzerinde durduğu kavram bu.
İkinci Dünya savaşının getirdiği bunalımdan ortaya çıkan varoluşçuluğun İkinci Yeniye ve o dönem öykücülüğüne yansıması yapay bir varoluşçuluk getirmedi mi?
Aslında temel problem şuydu. 1950’deki İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını yaşayan Albert Camus ve Sartre gibi varoluşçuların bunalımları çok gerçekçi bir bunalım. Umutsuzlukla birlikte Tanrıdan kopuş varoluşçuluğun temel vurgusu olmuştur. Kilise paramparça olmuş, Kilisenin bunlara söyleyebileceği hiçbir şey kalmamış. Dolayısıyla bu süreç doğal bir şekilde edebiyatlarına yansımıştır.
Tanpınar’ın Huzur’u, Atılgan’ın Anayurt Oteli ya da Güntekin’in Eski Hastalık gibi romanlarında karşımıza çıkan “imkânsız” aşk teması, yazarların genellikle içinde yaşadıkları zamanın toplumsal, siyasal ya da kültürel açmazlarının çözümsüzlüğüne dair bir umutsuzluğun simgesi olmuştur. Sizin öykülerinizde aşk o kadar da baskın değil. Ama öte taraftan “Hikâyesiz aşk ölmeye mahkûmdur” diyorsunuz.
Aşk ve hikâye birbirine çok yakışır. Hikâyesiz aşk ölmeye mahkûmdur. Bu yüzden her ölümsüz aşk bir hikâyeye ihtiyaç duyar. Onların aşkını hikâye dile getirir. Yaşanmış bir aşkın kanıtı yaşanmış olması değildir, anlatılmış, dile gelmiş olmasıdır. Yani yazıya geçirenler bu aşkı biçimler. Yaşanan aşklar değil, öyküsünü bulan aşklar kalıcı olur, yarınlara taşar. Bu anlamda önemli olan aşkın bu kadar yoğun bir şekilde işlenmesi değil, öykünün gerektirdiği nitelikte olup olmamasıdır.
Benim öykülerime gelince… Çok güzel bir tespit; öykü kitaplarımda aşk baskın değil, belli belirsiz. Ama bunun yayın sırasıyla ilgili olduğunu söylemeliyim. İlk öykülerim, yaşadığım gençlik hâllerinin de bir sonucu olarak aşk odaklıydı. Ancak tümüyle aşk öykülerinden oluşan bu ilk dosyamı kitaplaştırmadım. İkinci ve üçüncü dosyamda ise aşk baskın değildi ve onlar sırayla kitaplaştı. Dolayısıyla bunlarda aşk öyküleri yok. Ancak şimdilerde yazılan aşk öykülerinin yoğunluğunun da neyin sonucu olduğu düşünülmeli, bu konuya ciddi bir parantez açılmalı. Evet, ortalık aşktan geçilmiyor. Ama anlatılanlar gerçekten bir öykünün aradığı aşklar mıdır, tartışılır.
Refik Halid’in 2014 Kasım’ı itibariyle ilk yedi cildi yayımlanan (ardından 2015 içinde on bir cildi daha yayımlanan) Memleket Yazıları, yayıncılık dünyasında epey ses getirdi. Edebiyat tarihlerine yazarlığının en rağbet görmüş ama en zayıf tarafıyla (romancılık) geçmeyi kendisi istemiş, nispeten güçlü bir tarafıyla (hikâyecilik) geçirilmiş, ama tartışmasız en güçlü tarafı (denemecilik) hem kendisi hem de başkaları tarafından biraz ihmal edilmiş bir yazar Refik Halid Karay. Türkçe’yi harika kullanan ve edebiyatımızda hemen her alanda eser veren Refik Halid’i, tüm kitaplarıyla düşündüğümüzde ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? Refik Halid’in Türk edebiyatına katkısını anlatır mısınız?
Refik Halid, değeri sonradan anlaşılacak romanları, öncü, yol açıcı öykü kitaplarıyla, denemeleriyle Türk edebiyatının unutulmaz, emsalsiz yazarlarından biridir. “Sanat şahsi ve muhteremdir,” ilkesini benimsemiş olan Halid, Fecr-i Âti topluluğu içerisinde yazın hayatına atılmış, topluluk içerisinde sanat görüşleri gelişmekle birlikte, ilerleyen dönemlerde kendine has bir sanat anlayışı oluşturmayı başarmıştır. İlk kitabı Memleket Hikâyeleri’nde ağırlıklı olarak Anadolu ve köy gerçekliğini işleyen Refik Halid, ikinci kitabı Gurbet Hikâyeleri’nde ise yurt/memleket sevgisini/ özlemini işlemiştir. O, yayımladığı her kitabıyla Türk edebiyatına pek çok açıdan zengin birikimler kazandırmış oldukça önemli bir yazarımızdır.
Refik Halid, aynı zamanda hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde sürgünle cezalandırılan muhalif bir yazar. Mahmut Şevket Paşa tarafından gönderildiği ilk sürgün yeri olan Sinop’ta Memleket Hikâyeleri, Cumhuriyet’e muhalif olduğu gerekçesiyle gönderildiği Suriye’de ise Gurbet Hikâyeleri eserlerini yazıyor. Siz bu eserleri Refik Halid’in de içinde bulunduğu şartlara bakarak nasıl yorumluyorsunuz? Refik Halid bize özellikle bu kitaplarında ne söylemek istiyor?
“Ben olana, olmuşa, olacağa muhalifim,” diyen Refik Halid Karay, bu seçiminin bedelini ömrü boyunca ağır bir şekilde ödemiş, kendi ifadesine göre ömrünün yirmi iki yılını iç (Sinop, Çorum, Ankara, Bilecik) ve dış (Halep, Beyrut) sürgünlerde geçirmiştir. Öykücülüğünü de işte bu sürgünlerle oradaki gözlem ve tanıklıkları belirlemiştir.
Refik Halid Karay’ın ilk sürgünü Kirpinin Dedikleri yazılarından dolayı İttihat ve Terakki Partisi iktidarı zamanında olur. Yine kendi ifadesine göre bu sürgünden Memleket Hikâyeleri (1919) ile dönen Refik Halid, edebiyattaki asıl ününü yoğun bir ilgiyle karşılanan bu kitapla sağlar. Bu eser, pek çok açıdan “öncü” ve bir “ilk” kitap olarak anılmıştır. Eleştirmenlerce İstanbul dışına taşan konuları nedeniyle, Türk öykücülüğünün Anadolu’ya/köye açılan penceresi olarak nitelenmiştir. Refik Halid’in ikinci öykü kitabı ise onun dış sürgününün eseridir: Gurbet Hikâyeleri (1940). Bu kitapta da Halep ve Beyrut’taki gözlem ve tanıklıklarını anlatmış, oradan memleketine bakmıştır. Kitap, yazınsal değeri yanında oldukça zengin tarihsel, sosyolojik tanıklıkları içerir. Osmanlı’nın yıkılışı, Arapların Osmanlı’dan kopuş sonrası yaşadıkları derin değişiklik ve çarpılma bir edebiyatçı gözüyle metne aktarılır. Karay, sürgünleri hep bir verime dönüştürdüğü için “Refik Halid’i sürmeli ki yazsın…” diyenler bile çıkmıştır. O da anılarında, “dokuz köyden kovulduğunu”, “kabına sığmazlık çağını sürgünde geçirmesine” karşın, pek çok sürgün gibi ölü, sönük, sünepe, yılmış, verimsiz kalmadığını, bunu “verim”e dönüştürdüğünü belirtir.
Eskici hikâyesinde, küçük bir çocuk olan Hasan’ın söylediği benzersiz, harikulade cümledir “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” Beraberinde bir anda “Ağlama be, ağlama be…” repliğini hatırlara getirir. Çiviler ağzına batmaz mı senin? Türkçe’nin o sade ve duru anlatımıyla ne ifade ediyor size?
Eskici, memleket sevgisi üzerine yazılmış öykücülüğümüzün başyapıtlarından biridir. Öyküyü hatırlarsak… Küçük Hasan annesi ve babası ölünce, Filistin’e halasının yanına gönderilir. Apayrı ve yabancı bir ortamda suskunlaşan Hasan, tanıştığı bir eskicinin Türk olduğunu öğrenince uzun süredir konuşmadığı Türkçe ile konuşmaya başlar. Adamın yanından ayrılmak istemez. Altı aydır susan Hasan, durmaksızın konuşmaktadır: “Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billûr sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse, söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra ‘Ha! Ya… Öyle mi?’ gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.” Eskici işini bitirip onun yanından ayrılırken Hasan, bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağını düşünerek ağlamaya başlar. Çocuğu susturmaya çalışan eskici de gözyaşlarını tutamaz. Sürgündeki Karay’ın memleket sevgisini, dil tutkusunu yansıtan emsalsiz öyküsü Eskici, öykücülüğümüzün eskimez klasikleri arasında yerini almıştır. Memleketine sadakati tartışılan bir yazarın, memleket sevgisi üzerine en güzel öyküye imza atması, gerçeğe ironik bir gönderme olsa gerektir. Selim İleri’ye göre, “Arabistan’da geçen bu hikâye, anadilin bir hayat, bir yaşama kaynağı olduğunu haykırır durur.”
Arka Kapak 15. sayı, Röportaj: Yunus Emre Tozal, İsa Karaaslan, M. Ali Çalışkan, Ümit Yaşar Özkan
İZDİHAM