Çocukluğumda dünyanın son sözünün kıyamet olduğunu öğrenmiştim.
Bunu bana kıyameti annem öğretmişti.
“Kıyamet dünyanın sadece son günü değil, aynı zamanda dünyanın son sözüdür” demişti.
O gün bugündür dünyanın son sözünü söyleyeceği güne ömrümün “muhtemelen” yetmeyeceği ümidiyle korkularımı azaltıyorum. Henüz çocukken, 80 darbesi olmuş. Sağ-sol çatışmalarında akrabalarımız birbirlerini, köylerde kendilerince kurdukları komitelerin idam sehpalarına gönderirken 3 yaşındaymışım. Kardeş kardeşe kurşun sıkıyor, ne olduğunu kimsenin bilmediği korkunç kinler büyütülüyor, korkular hayatı işgal ediyormuş. Evlerde gaz lambaları erkenden söndürülüp hedef olmaktan kaçınılıyormuş. O yaşta farkında değildim, ama o tedirginlik beni de çok etkilemiş. Anneme kendimi bildiğim gün o kara yılları sorduğumda “Dünyanın son sözü söylediği gün, kardeş kardeşi tanımaz oğlum, herkes kendi derdine düşer; korkma!” diyerek beni teselli etti.
90’lı yıllar, gurbetteydim. Yokluk, yoksulluk ve kimsesizlik üçgeninde ergen bunalımlar kuşanıp şefkate muhtaç bir çocuk gibi garip bir şekilde evimi özlüyordum: Ailemi.
Dünyanın son sözünün bir insanın evini özlemesi olduğunu düşünüyor; hiç kavuşamayacağım diye çok korkuyordum. Benle birlikte her şey hızla büyüyor, değişiyor ve kendime ait bir hayatımın olduğunun farkına varıyordum. Çocukluğumun ilk yıllarında farkında olmadan atlattığım o korkunç fırtına, gençliğimin ilk yıllarında da yeniden yaşamımı kuşatmaya başlamıştı. Hayata darbelerin, zamana darbelerin, sanata darbelerin kara 28 Şubat’ını yaşamıştım. Bir köşe yazısı okuduğu için çalıştığım kurum uyduruk bahanelerle kapatma cezası almış, işsiz kalmıştım. Dünyanın son sözünün işsiz kalmak olduğunu düşünüyordum: Annem, “Hayır oğlum, hayır! Dünyanın son sözü kimseyi yargılamaz. Dünyanın son sözünde sadece senin değil, hiç kimsenin işi yoktur. O gün, bütün yargılamaların bittiği, değiştirecek hiçbir şeyin kalmadığı gündür. Korkma!” diyordu.
2000’li yıllarda da değişen bir şey yoktu. Irak’ta milyondan fazla insan ölmüş, koca bir ülke iliklerine kadar iğdiş edilmiş; altyapısı, üstyapısı, geleneği, geleceği, dini, yaşam modeli, kültürü kökünden kopartılmıştı. Milyonlarca insanın ölümü, dünyanın son sözüydü; emindim.
Annem, “Hayır oğlum, dünyanın son sözü bir ülkenin işgali değil, bütün kâinatın işgalden kurtulmasıdır. Korkma!” diyordu.
Annem, ‘korkma’ dedikçe nedense bu amansız fırtına beni alıp daha korkunç girdaplara sürüklüyordu. Bazen Tahrir Meydanı’nda buluyordum kendimi, bazen Srebrenica’da atıyordu kalbim. Bazen bir mazlumla “Özgürlük!” diye bağırıyordum kendimce, bazen Amerika’ya küfrediyordum. Bazen Batı’dan, bazen Orta Doğu’dan, bazen Doğu’dan nefret ediyordum. Özellikle politikacılardan… Lânet!
Bazen bir şarkı yüzünden seviyordum nefret ettiklerimi.
Dünya adına son sözünü söyleyemeyen aklım, koca bir karmaşada boğuluyordu.
En çok düşündüğüm şey, ne düşünmem gerektiği oluyor; hayat karıştırmaktansa kitap okuyup aklımı karıştırıyordum.
Anneme şunları da sormalıydım!
Dünyanın son sözünü, sokakta oyun oynayan çocukları vuran kurşunlar söylemedi mi?
Sokaklarda yürüyen tanklar…
Koca bir şehrin, bin yıllık medeniyetin üstüne bomba yağdıran uçaklar söylemedi mi?
Son sözünü reel politikalar üzerine kurgulayan lanet politikacılar söylemedi mi?
Çıkar savaşları…
Diktatörler…
Doğu Batı Kuzey Güney söylemedi mi?
Şam, Halep, Lazkiye, Humus, Palmira…
Emevi Camisi, Hikâyeci Kahvesi, Bab’ül Faraç…
Açlık, katliam, acı, göç, gözyaşı söylemedi mi?
Kahretsin, bütün güzel şeyleri yok ediyorlar!
Tamam, biliyorum dünyanın son sözünü kıyamet söyleyecek anne!
Ama insanın, insanlık için söyleyeceği son bir söz yok mu?
Nurdal Durmuş
İZDİHAM