İnsanız işte, en çok imkansızlık içinde ne kazandıysak o kıymetli oluyor.
Emek, iş, hayat, okul, başarı, kariyer, maddi ve manevi daha birçok şey.
Hepsi imkansızlıkla mücadele edilerek kavuşulduğunda anlamlı.
Hepsi feda ettiklerimizin çokluğu kadar kıymetli ve tüketilmesi zor olan şeyler.
Kitaplar da öyle.
İnsan, sadece kitapların olduğu zamanları özlüyor. “İntihal” için bile önce okumanın, araştırmanın, emek vermenin gerektiği zamanları.
Google yokken, dönem ödevi hazırlamak için kapı kapı dolaşarak kitap araştıran talebelerin, üniversite okumuş herkesi birer kütüphane gibi gördüğü zamanları özlüyor.
Büyüdükçe, Küçük Prens’in ne kadar büyük, Şeker Portakalı’nın ne kadar tatlı olduğunu anladığı o ağır aksak zamanları özlüyor insan.
Altını çizdiği satırlara dönüp baktığında, sadece bir kitap değil koca bir hayat günlüğünü okuduğu zamanları özlüyor.
Bir sayfaya yazılmış not, üzerine dökülmüş çay; o cümle solunurken çekilen hava, bahar, kış, yaz, mevsimler, hepsi kendini gün yüzüne çıkartıyor.
Bir kitap, gülen bir yüze ya da üzgünlüğe kapı aralıyor.
Bir kitap, hayatın da ölümün de kapısını aralıyor.
Bir kitap, bilginin de bilgeliğin de başlangıcı oluyor.
Kolay erişilen hızlı tükeniyor, anlamını çabuk yitiriyor.
Facebook, Twitter, Tumblr, Google+, İnstagram, Flickr ve daha nice alanda “gönül adamı” değil de “günün adamı” olma olma çabamız da öyle.
Sosyal medya kitapsız!
Herkesin kendini her şeyi bilmek zorunda hissettiği; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğu kimlik tamamlama alanları…
“Ben” kavramının ağırlığını artırıp bilginin içini boşalttıkça adı “modern iletişim” yöntemleri olan bu yeni alanlar hepimize yeni kimlik tanımları kazandırıyor. Sohbetlerimizin konusunu bile Twitter‘da yazdıklarımız, Facebook‘da paylaştıklarımız, fm‘de dinlediğimiz müzikler oluşturuyor.
Farkında mısınız bilmiyorum ama televizyonu, telefonları kapatınca konuşacak hiçbir şeyimiz kalmıyor.
Sosyal medyada bıraktığımız her iz bir “ben“ olarak makineleşiyor ve adı “sosyal” denilen bu alan da sosyallikle bütün bağlarımızı kesen bir katile dönüşüyor.
Adı “sosyal” olan bu iletişim metodu, hiç kitap okumamışların entelektüel mekanına dönüşüyor. Mesnevi okumamışların “Mevlana-perest, sufi” oldukları alanlara…
Tutunamayanlar’ın, anasını ağlatanların “ego” merkezine, “Masumiyet Müzesi’nde “Aşk” isimli komedi oynayanların tiyatro sahnesine dönüşüyor.
Hayatında bir kere olsun şiir kitabı almamış insanların kız tavlamak için Edip Cansever’den, Cemal Süreya’dan, Nazım Hikmet’ten mısralar arakladıkları cambazlığa dönüşüyor.
Her yazarın kendi cümlesi altında “hırsızının” adını görebileceği; herhangi bir yazarın cümleleriyle yazarlık taslayan yalancılar kütüphanesine dönüşüyor…
İşte bu “ben”in adıdır sosyal medya.
İnsan kendisine yetmiyor.
İnsana sadece “yaşamış” olmak yetmiyor.
İnsan, ne olduğunu ya da hayal ettiği hayatını -yalan bir rüyayı- herkes görsün, bilsin, yorumlasın, beğensin kıskansın, imrensin istiyor.
İnsan, “üretir-miş” gibi görünen yığma bilgiyle kafa doldurup, “ihtiyaç-mış” gibi görünen fazlalıklarıyla ağırlaşıyor.
Her kitaptan üç beş cümleyle, her şairden bir iki mısra ile kendini tamamlanmış –olmuş- hissediyor.
Bu benlik olgusu, insana kendisi dışında kalmış her şeyin önemsiz, düşünmeye kafa yormaya değmez olarak gösteren bir yanılgıya dönüştürüyor. İnsan kendini hiç olmadığı kadar ciddiye alıp, hemen ve hızlıca tükendiğinin farkına da varamıyor.
Her şeyi ilk defa söylemiş gibi şaşırıyor, beğeniler arttıkça gururdan kalelerini çoğaltıyor.
Kısaca “sosyal medya” bilgi enformasyonu yalanıyla bilginin değerini düşürüp, binlerce düşüncenin değere dönüştürülmeden atıldığı bir çöplüğe dönüşüyor.
Maalesef bu yanılgı, kendini ve yaptığını önemseme-önemsetme çabası; her değeri, her bilgiyi, her cümleyi, yaşanan dinamik hayatı, maneviyatı, aileyi, kültürü ve toplumu değersizleştiren bir gurura dönüşüyor.
***
İnsan, faziletin diyetini teknoloji ilerledikçe daha ağır ödeyecek sanırım.
Elbette bu yazdıklarımız, “teknolojiye karşı olmak” değil, “teknolojinin oluşturduğu mekanik, yalan bir dünyaya inanmak ve hayatımızın değerini yitirmek” ile ilgili saptamalardır.
Belki bir gün insan “Oku!” emrinin bilgeliğiyle yeniden kitaba, kültüre, yüz yüze iletişime ve manevi tükenmişlikten insan olma erdemine dönme arzusu duyar.
Belki insan, telefonların, televizyonların düğmesini kapatıp kalbinin sayfalarını açar.
Belki de anneler, çocukları uykuya dalsın diye kitaptan masallar okur.
Nurdal Durmuş
İzdiham