Nurdal Durmuş, Şairin Son Sığınağı “İntihar!”
beni intihar ettiler
antonin artaud
“İntihar, korkunç bir ölüm şeklidir. Ona yol açan ruhsal ıstıraplar genelde uzun, şiddetli ve hafifletilemez olanlardır. Bu keskin acıyı yatıştıracak bir morfin yoktur. İntiharda, ölüm çoğu kez şiddet dolu ve tüyler ürperticidir. İntihar etme eğiliminde olanların acısı kişisel ve tarif edilemezdir; bu yüzden böyle bir ölüm geride kalan aile fertlerini, arkadaşları ve meslektaşları anlaşılamaz bir kayıp duygusu kadar suçluluk duygusuyla da başa çıkmak zorunda bırakır. İntihar, kötü sonuçlarında tarifi imkânsız bir şaşkınlık ve yıkımı barındırır.”
Birçok kereler intiharın eşiğinden dönmüş, yakın arkadaşlarından birinin intihar acısını yaşamış, psikiyatri profesörü unvanına sahip az sayıda kadından biri olan Kay Redfield Jamison intiharı ve kötü sonuçlarını böyle tanımlamıştır. Prof. Jamison’ın depresyonel ve bipolar hastalıklar geçirmiş bazı şair ve sanatçıları ve bu hastalıkların nedenlerini araştırdığı “Ateşe Dokunanlar; Manik-Depresif Hastalığı ve Sanatsal Mizaç” adlı kitabında “şairliğin aklî hastalıklara açık, klinik tedaviye en fazla başvuran mesleklerden biri olduğu belirtilmiştir. Kitapta özetle yaşamının merkezinde sürekli şiir olan insanların kendilerini sosyal hayattan gitgide soyutlayarak akıl hastanesine düşme veya intihar etme olasılığının yüksek olduğunun altı çizilmiştir.
Elbette şairlerin intihara neden bu denli istekli olabileceğini uzun uzun tartışıp, eylemin ahlâka uygunluğu ya da aykırılığı üzerine bir hayli felsefi çaba da harcayabiliriz. Ama her zaman daha önemli soru, “intiharı düşünenler için ölümün değeri ve yararlılığı acaba nedir?” olmalıdır. Şair, kendini imha için seçtiği akıl almaz metotlar ve geride bıraktığı intihar notlarıyla kime, ne anlatmaya çalışır? Hayatla bağlarını sessiz sedasız koparmak yerine, neden geride kalanları acı ve pişmanlığa sürükleyen ilginç ölümleri tercih eder? Niçin kendine sunulmuş yaşam hakkını intiharla, alkolle, bazen tıbbî müdahaleyi zehir ilan edip reddederek, bazen yazdığı her şeyi on dokuzunda yakıp silaha ve savaşa koşturan Rimbaud gibi hayatını acılarla yineleyip durur? Acaba şair yaşam boyunca şiirlerinde aradığı ilgi ve fark edilme beklentisinin zirvesine, yok oluşla mı ulaşır? J. Paul Sartre’nin tespitiyle “intihar, var olmanın bir başka yolu mudur? Ya da Zweig’in tanımlamasıyla şair “Bazen ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratmayı bilenlerin uğraşı” mıdır? Kısaca bu sorular “felsefe, şiir ve sanatla uğraşan herkes niçin melankoliktir?” diye soran Aristo’dan beri hep aynı…
Şüphesiz karşılaşılan savaşlardan, ölüm, felaket ve sosyal hayat koşullarından en fazla etkilenen kişilerin şairler olduğu aşikârdır. Elleri kaleme, düşünceleri kelimelere tutunan nice şair, yazar ve edebiyatçının hak etmedikleri bir hayat yaşadığı; birçoğunun ömrünü yoksulluk, bakımsızlık ve hastalıkla mücadeleyle geçirdiği bilinmektedir. Bireysel mutluluklarından vazgeçip muhalif olabilen, düzenle hesaplaşabilmenin anahtarını şiir gören ve kırılgan bir kalbin sahibi olan bu insanların, şiirle kuvvetlenen ölüm duygusuna dirençlerinin hep sınırlı ve sıfır noktada olduğu söylenebilir. Sonuçta, kendini gaz odasına kilitleyen, elektrik direğine kravatıyla asan, naylon poşetle nefessiz bırakan, saçlarıyla kendini boğan, matkapla beyninde delik açan, usturayla şah damarını kesen ve intiharı sorunlarını giderici, çare bulamadığı acılarını dindirmeye yarayan, hayatı boyunca karşılaşamadığı huzur ortamını getirecek çözüm gören müntehirler hakkında yaptığımız yargılamalar maalesef bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Ölümle yüzleşmek için fazlasıyla cesur veya hayatla yüzleşmek için fazlasıyla korkak bir davranış olarak gördüğümüz intihar, şairler için genelde “kötürüm hayatın en kolay çıkış yolu, çoğu kez mecbur hissedilen bir kurtuluş hamlesi olmuştur.
İntihar eden kişilere toplumsal bakış açıları konusunda yapılan araştırmalar modern toplumların trajik ölümleri en fazla şairlere yakışan bir ölüm biçimi olarak algıladığı ortaya koyuyor. Yine aynı araştırmanın sonuçlarına göre modern toplumlar; sıradan kişilerin ölümlerini korkaklık ve kaçış olarak görürken; yazar, şair veya sanatçı intiharlarını destanlaştırıp, neredeyse intiharı gerektiğinde olumlu bir davranış olarak algılayabildiklerini ortaya çıkarmıştır. Oysa yaklaşık yüzyıl önce toplumların düşünce yapısı, gelenek ve görenekleri, inanç ve yaşam koşulları intihar girişimlerine genelde olumsuz tepki göstermiş, toplumsal kanun koyucular da, tek tanrılı bütün dinler gibi uyarı ve sert önlemlerle insanlığı bu korkunç eylemden korumaya çalışmıştır. Bu önlemler toplum medeniyetlerine göre farklılık gösterse de genelde şair, yazar ve sanatçıların eserleri intihar vakalarından doğrudan sorumlu kabul edilerek sansürlenmiş veya imha edilmiştir. Avrupa’nın birçok ülkesinden intihar edenlerin kalbine kazık çakılıp, ruhu cesedinden çıkmaya fırsat bulamasın diye yoğun bir kavşağa atılmış, üzerine taş dökülmüştür. Örneğin Finliler’de müntehirler yıkanmadan, kıyafetlerine dokunulmadan ocak maşasıyla yüzüstü gömülmüş, Fransa’da cesetleri sokaklarda baş aşağı sürüklenmiş, daha sonra bir fosseptiğe ya da çöplüğe bırakılmıştır. Bir dönem ülkemizde de önlem olarak intihar haberleri yapmak yasaklanmıştır. Fakat özellikle yaşadığımız çağda“kendini öldürme isteğine varacak kadar umutsuzluk ve çalkantı içinde olanlara merhamet gösterilmesi” gerektiğini savunan görüşlerin kabul görmesiyle tepkiler yumuşamış ve müntehirlere bakış açısı da değişmiştir. Kısaca kimi zaman bir devlet adamı, üst rütbeli bir subay, şöhretin zirvesinde başarılı bir sanatçı, servet sahibi zengin bir işadamı veya genç bir şair hiç beklenmedik bir zamanda kendi hayatının ipini çekmektedir.
İntihar vakalarında en çok merak edilen konu, müntehirleri bu ürkünç eyleme hangi sebeplerin götürdüğüdür. Tarih boyunca intihar vakaları konusunda yapılmış yüzlerce inceleme ve sosyal tahliller olduğu hepimizin malumudur. Fakat edebiyat ve intihar ilişkisi özellikle son çeyrek asırda araştırmacıların genel vakalardan ayrı tutarak bilimsel olarak incelemeye başladıkları yeni bir alan olmuştur. Özellikle şairlerin yaşamları, ilginç ölüm metodları, geride bıraktıkları notlar bir bütün olarak incelendiğinde kaçınılmaz olarak toplumları meraklandıran gizemli bir ilgiyi de üzerine çekmiştir. Pensilvanya Üniversitesi’nden araştırma görevlileri Shannon Wiltsey ve yazar James W. Pennebaker şairlerin intihar, ölüm ve akıl hastalıklarının nedenleri konulu bir araştırma yapmışlardır. Araştırma sonuçlarında birçok şairin intihara teşebbüs etmemiş olsa bile, hayatları boyunca bir çeşit depresif düzensizlik yaşadığı iddia edilmiştir. Şairler arasında intihar oranının diğer edebi yazarlar ve genel nüfusa göre daha yüksek olduğu belirtilen araştırmada, intihar eden şairlerin yazdıkları şiirlerde, intihar etmeyen şairlerden çok daha fazla oranda “ben, benim” gibi birinci tekil şahıs kelimeleri kullanmış oldukları gözlemlenmiştir. Ayrıca intihar eden şairlerin şiirlerinde, “konuşmak, paylaşmak, dinlemek” gibi sosyal bağlantı içeren kelimeleri olabildiğince az kullanmış oldukları da örneklerle ortaya konulmuştur.¹
Edebiyat, felsefe ve şiirle uğraşan yazarlarının ölüm ve intiharları üzerine kapsamlı araştırma yapan bir başka isimde Amerikalı bilim adamı Dr. James Kaufman’dır. Muhtelif dönemlerde ölen veya intihar eden 1987 yazarın hayatını inceleyen Kaufman; araştırmasına konu olan yazarları romancılar, şairler, oyun yazarları ve diğerleri diye sınıflandırmıştır. Aralarında Türkiye’den de edebiyatçıların bulunduğu araştırmaya göre şairlerin, edebiyatın diğer dallarıyla ilgilenenlerden daha erken ölümle tanıştığı, bunun sebebininse şairler arasındaki intihar oranlarının yaş ortalamasını düşürmesi olarak tanımlamıştır. Dr. Kaufman ‘Journal of Death Studies’ dergisinde yayınlanan araştırmasında, şairlerin ruh hastalıklarına yatkınlığında en temel sorunları “normal bir insandan daha fazla düşünme, yalnızlık hissini çok daha şiddetli yaşama, zirveye erken yaşta çıkma, içlerine kapanma ve sosyal hayatla olan bağlarının şiirle gitgide zayıflaması olarak sıralamıştır. Şairlerin yaşamla bağlarını erken koparmalarınıysa ‘onların iç dünyalarında olup biten sancıları şiirle atlatmaya çalışmalarına ve bu duygular şiirin onaramayacağı bir dereceye eriştiğinde düştükleri ruhsal bunalımla kendilerini imha etmeyi son çare olarak görmeleriyle’ açıklamıştır. Şairliğin akıl hastalıkları ve depresyonla ilişkili olduğu düşüncesinin çok abartılan romantik bir adet olduğunu savunan karşı bir cephe olsa da; Kaufman “şiirin kendine zarar vermeye yatkın insanlar için daha cazip bir uğraş olduğunu araştırmasında bilimsel olarak ortaya koymuştur. Dr. Kaufman ayrıca, ‘Kendi kendini imha’ konusunda, kadınların erkeklere göre daha aceleci davrandığını, kadınların ruhsal sorunlarla baş etme olasılığının erkeklere göre çok daha düşük olduğunu ve bu durumu, yirmi dokuz yaşında yaşamına son vermiş bir kadın şairin, Sylvia Plath’ın adıyla anıp, ‘Sylvia Plath etkisi’ olarak adlandırmıştır.
Deliliğe Övgü
Sylvia Plath teorisin en temel özelliği “özgün üretimle deliliğin bağdaştırılmasıdır”. Teori özetle özgün üretim yapabilmek için insanın içsel duygularını normal insanlardan çok derin hissetmesi gerektiğini, bu derinliğin boyutlarının kontrolden çıkmasının şairi intihara kadar götürebileceği temeline dayanır. Aslında Plath’ın hayatı bu teorinin en belirgin örneği gibi ortada durmaktadır. İlk intihar denemesinden sonra depresyon tedavisi gören ve iyileşen Plath buna rağmen sırça fanus isimli romanında kimsenin bilmediği intihar girişimlerinden, yaşamla ölüm arasında sonu belli olmayan tehlikeli ara hamleler yapmasından ve kazandığını düşündüğü deneyimlerinden de övgüyle bahsetmiştir.
“Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben!
Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi,
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor,
Bu konuda iddialıyım sanırım.”
Şairlerin intiharı konusunda yapılan bütün araştırmalarda hayatı ve trajik ölümü incelenen ve en bilinen kadın şairlerden biri olan Plath, şüphesiz yazdığı şiirlerin yanı sıra kendini gaz odasına kilitleyerek ölüme gidişiyle de sembol olmuştur. Kaufman’a göre, Plath’ın yaşamı boyunca intihara bu denli yakın durması, bütün bir hayatı ele alınınca oldukça dramatik bir anlam ifade etmesi ondan sonra gelen birçok kadın şair ve yazarı da etkilemiştir. Türk edebiyatında Nilgün Marmara intiharı Kaufman’ın ‘Sylvia Plath etkisiyle ilişkilendirilir. Plath hayranı ve Plath’la aynı yaşta intihar eden Nilgün Marmara, ‘Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi’ adlı tezinde şöyle yazmıştır: “Çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon gerçeklerden kaçış ama mutlaka fark edilme olarak yorumlanabilir.”
Plath’ın neredeyse bütün kaosunu özetleyen Sırça Fanus adlı romanındaysa kendi hayatına ilişkin çarpıcı ipuçlarına rastlarız. “içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür…”
“Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuz da sürekli olarak değişir, akar, erir. Yaşam bu andır. Geçip gittiğinde, ölüdür artık. Ama her yeni anla birlikte yeniden başlayamazsınız, ölü olana göre yargılamak zorundasınız. Bataklık kumu gibi tıpkı… Daha başından umutsuz. Bir öykü, bir resim, heyecanı biraz yenileyebilir, ama yeterince değil, yeterince değil. Şimdinin dışında hiçbir şey gerçek değildir, daha şimdiden yüzyılların ağırlığının beni boğduğunu duyumsuyorum. Bir zamanlar, yüz yıl önce bir kız yaşamıştı, şimdi benim yaşadığım gibi. Sonra öldü. Ben şimdiyim, göçüp gideceğimi de biliyorum ama. Doruktaki o an, o parıltı gelip geçiyor, sürekli bir bataklık kumu. Ama ben ölmek istemiyorum”
Plath, Temmuz 1950
Sonuç olarak; beynin bilinmeyen köşelerinden her parlamasında başka kıvılcımlar saçan bu tılsımın hayata tahammülünün az olduğu her halinden anlaşılıyor. Şairlerin normal insanlara göre duygularını çok daha şiddetli yaşayan, yaşadıkları için yazabilen, kitleleri bu derin duygularıyla etkileyebilen farklı insanlar olduğu bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Sebebi ne olursa olsun belki de “Ölmek istemiyorum” diyen şairlerin, sürekli ölmek için çaba harcamaları ve ölümden bahsetmeleri “ölüm” ve yaşam arasında fark edilmenin, toplumsal bir tavrın, muhalif bir duruşun ve duygu derinliğinin içinden çıkılmaz son hamlesi olarak kabul edilebilir. Şairler ölmek istemezler, çünkü ölmek unutulmak, yok olmak demektir. Şairler ölmek isterler, çünkü ölerek yaşamak onlar için hep daha cezbedici bir duygudur! Bu açıdan bakıldığında şair belki de son hamlesini, hayata sınırlar koyan, onu basitleştiren bütün yaşam koşullarına “şiirlerin” ölümsüz dizeleriyle “ölüm” diye bağırarak yapar!
Karalama notları:
İntihar eden şairler ve sıradan insanların ölüm biçimleri hakkında yaptığım incelemeler sonucunda şairlerin intiharlarının genel intihar vakalarından sebep yönünden farklı bir gerekçeye dayandığına dair önemli bir veriye ulaştığım söylenemez. Genel vakalarla şairlerin intiharları arasında sadece ölümün biçimi ve toplum nezdinde bilinir olmanın verdiği popüler imgelerden oluşan farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Bu imgelerin dışında en belirgin farklardan biride şiirle uğraşan kişilerin duygularını sıradan insanlardan çok daha şiddetli yaşamaları ve hayata dirençlerinin daha az olmasıdır. Sonuçta şiir derin bir duygusallığın veya karşı duruşun “sevgi, nefret, ideoloji vs.” tezahürüdür.
İntihar vakalarında şairlerle diğer insanlar arasındaki göze çarpan en belirgin ortak özelikler “hemen hemen hepsinin çocuk yaşta sorumluluk üstlenmiş, anne babalarını erken yaşta kaybetmiş, yoksulluk, melankolik aşklar, sosyal incinmeler vb. gibi sorunlarla erken yaşlarda tanışmış olmalarıdır. İntiharın dayandığı temel nedenlerse “Şefkat ve maneviyat duygusunun dengede tutulmadığı, tatmin edilmediği ortamda büyüyen, askerlik psikolojisi ve savaşların bıraktığı etkiden kurtulamayan, amansız bir hastalığa yakalanıp iyileşme umudunu kaybeden, cinsel taciz veya istismara uğrayan, eşleri tarafından aldatılan veya hak ettiği ilgiyi gördüğüne inanmayan, kendisini içinde bulunduğu toplumdan farklı görüp yaşadıkları ortama yabancılaşan, yalnızlık hissini atlatabilmek için sadece tek bir insanın ilgi ve şefkatini saplantı haline getiren, dünyanın içinden çıkılmaz kötü bir yaşam alanı olduğunu düşünen, karşılıksız aşk yaşayan ve maddi imkânsızlıklar nedeniyle yaşam koşullarına tahammül edilememesi olarak sıralanabilir.
1-) Bu çalışma için seçilen “intihar etmiş” şairler: John Berrymandi, Hart Crane, Sergei Esenin, Adam L. Gordon, Randall Jarrell, Vladimir Mayakovsky, Sylvia Plath, Sarah Teasdale ve Anne Sexton.
Eşleştirildikleri “intihar etmeyen” şairler ise: Matthew Arnold, Lawrence Ferlinghetti, Joyce Kilmer, Denise Levertov, Robert Lowell, Osip Mandelstam, Boris Pasternak, Adrienne Rich ve Edna St. Vincent Millay’dir.
Görmek için bakılanlar:
Kay Redfield Jamison: Manic-Depressive Illness and the Artistic Temperament
Sylvia Plath: Sırça Fanus (The Bell Jar), Can Yayınları
Nilgün Marmara: Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi- Everest Yayınları
Dr. James Kaufman: Journal of Death Studies dergisinde yayınlanan araştırması
Emile Durkheim: İntihar – Cem Yayınları
Adem Eyüp Yılmaz: Edebiyat ve İntihar – Selis Yayınları
Shannon Wiltsey ve yazar James W. Pennebaker: Psikosomatik tıp dergisinde yayınlanan araştırmaları.
Son Sözlerden birkaçı:
“Kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin / Ve boyun eğmeden, ey ölüm!”
– Virginia Woolf-
“Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde, oysa alçakgönüllülük istiyor son adım, kendini beğenmişlik değil.”
– Cesare Pavese
“Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın / hepiniz mezarısınız kendinizin…”
– Nilgün Marmara
“Aşkın küçük sandalı / hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi! / Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…”
– V. Mayakovski
“Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum.”
– Sadık Hidayet-
“Yazık! Her şey ölecek demek ben ölürsem!”
– Gerard De Nerval-
Nurdal Durmuş
Otuzuncu Harf Dergisi
İZDİHAM
Neden umrunuzda değiliz?