Nurettin Topçu, Amerikan Mektupları – Düşünen Adam Aranızda
Türk Edebiyatı’nın ve düşünce tarihinin önemli isimlerinden Nurettin Topçu ile edebiyatımızda sıkça kullanılan bir tema olan İstanbul’un buluştuğu bir kitap. Yine önemli bir yazın türü olan mektup bu ikiliye mükemmel bir şekilde uyum sağlamış. Amerikan Mektupları – Düşünen Adam Aranızda.
Kitap iki bölümden oluşmakta. İlk bölüm; Amerikan Mektupları. Daha önce İstanbul’a gelmiş bir Amerikalı’nın yeni bir ziyaretinde İstanbullu dostu Cim’e yazdığı 12 mektuptan oluşuyor bu bölüm. Bu mektuplarda bir Amerikalı’nın gözünden İstanbul detaylı olarak anlatılıyor. 12 mektup Ocak 1948 ile Mayıs 1949 tarihleri arasında Hareket dergisinde sırasıyla yayınlanmış. İlk kez bir kitapta yer almakta. İkinci bölümde ise Nurettin Topçu ilk 12 mektuptaki konulara benzer konuları işlemektedir. Yine İstanbul ve Düşünen Adam’ın İstanbul hakkındaki düşünceleri. Bu bölümdeki 4 yazı haftalık olarak çıkan Düşünen Adam dergisi’nin ikinci ve altıncı sayıları arasında yayınlanmıştır. Gelin şimdi ilk bölüme detaylıca bakalım.
İlk bölüm tamamen eleştiri havasında geçiyor diyebiliriz. İlk mektuptan son mektuba kadar İstanbul’un kötü yanları sansürsüzce anlatılıyor. Bu bölüm İstanbul’daki sosyal hayatın, tiplerin, insanlar arası ilişkilerin, iş dünyasının, mesleklerin, sokakların, tarihi binaların, dini hayatın sert bir şekilde eleştirilmesinden oluşuyor.
İstanbul’a giriştir Amerikan Mektupları. İstanbul biletidir bizlere. Olumlu ve olumsuz cümleler birbirine karışmıştır. İstanbul’un çok güzel olduğu zikredilirken aniden sokaklardaki pislikler karşımıza çıkıverir. Ve genelde de böyle olur. İnsanları gariptir bu şehrin. Ne zaman ne yapacakları belli değildir. Ezilmişlerdir, hor görülmüşlerdir. Fakat yine de ayaktadırlar. Osmanlı’nın kudreti halen görülebilmektedir yüzlerinde.
Sıkça mektuplarda zikredilen bir konudur cemiyet nizamının olmayışı bu şehirde. Cemiyet hayatı adeta bir savaş durumudur burada. Çünkü amaç bütün insanlarda aynıdır; evine bir lokma da olsa ekmek götürebilmek. Bunun için de ellerinden geleni yapmaktadırlar. Misal olarak bir taksici aldığı yolcuyu bir an önce varacağı yere götürmek istiyor ve yeni yolcu arayışına hemen giriyor. Tabi böyle olması hızlı gitmesine de neden oluyor. Kalabalık caddelerde uçan arabalar görebilirsiniz. Adım başı kavga edenleri de elbette.
Amerikalının ilginç tespitleri de var bu kitapta. Mesela dilenciler ve hırsızlık hakkında söylediklerine kulak vermemiz gerekir. Dilenciliği cebimdeki paranın harcanmasına ait önceden verdiğim kararlarımı değiştirip irademi istismar eden izzetinefissizlik olarak tanımlıyor mesela. Ve ona göre bundan kaçış yoktur. Ve şunlar da dilenciliğe birer örnektir; tramvayda biletçinin paranızın üstünü vermemesi, esnafın eksik tartması, kömürün tozunu size vermeyip başkasına ayıran kürekçinin yaptığı, taksicinin mutlaka normal fiyatın üzerinde fiyat çekmesi, ev sahibinin hava parası istemesi, kiracının kirayı ödemek istememesi… Amerikalı hırsızlığı da basit manasında şöyle açıklıyor; cebimdeki paranın irade ve kararım olmadan benden alınması, benim hayatımın böylece bir emniyetsizlik sahasına atılması, adeta benim yaşamıma ait idaremin imhasıdır. Ve devamında da sadece maddi anlamda hırsızlığın olmayacağını belirtiyor. Mesela bir dostunuzun sizin vaktinizi çalmak için ziyarete gelmesi gibi. O an işiniz var mı, müsait mis
iniz hiç düşünmeden çatkapı ziyaretler yapılıverir. Sınav sırasında bir öğrenci hocasından not çalmaya çalışıyor mesela kopya çekerek. Meyhanede meze, camide ayakkabı, evinizde para, sokakta izzetinefis çalınıyor.
Tavcı’nın ne demek olduğunu bilir misiniz? Tavcı; doktorların köşe başlarına diktikleri, taşradan gelen ve doktor arayan zavallı köylüleri çalıştıkları doktora götürmeye çalışan insanlardır. Taşradan gelen köylüler ilk önce şoför ile karşılaşır şehirde, şoför otele teslim eder, otelden tavcıya geçer ve tavcı da doktora götürür. Böylelikle saf, temiz kalpli köylümüz kaz gibi yolunur. Yani kendi kendimizi soyuyoruz biz. Amerikalı şunları söylüyor: “Bunlarda millet ruhu yok mu? Kendi varlıklarını böyle böyle tüketiyorlar.” Ne kadar da haklı değil mi?
Bir mektupta da baştan sona kadar Türklerin Avrupa hayranlığı anlatılmakta Amerikalı tarafından. Meşrutiyet ve Tanzimat dönemindeki aydınların Avrupalılaşma taklitleri ile Türk milletinin özelliklerinin büyük bir çoğunluğunu kaybetmesini de anlatıyor. Bu devirden sonra Melikşah’ların, Yavuz’ların, Kanuni’lerin yetişmesi mümkün görülmemiş, hayat ve edebiyat alanındaki yenilikler eleştirilmiştir. “Edebiyat-ı Cedide” topluluğunun dokuz yüz yıllık edebiyat birikimini yenilik bahanesiyle yerle bir ettiğinden, toplumu yeise, imansızlığa itimatsızlığa sürdüğünden bahsedilmiş.
Mektubun geri kalan kısmında ise bizim yani Türklerin Avrupa’yı yanlış anlayışımıza temas etmekte Amerikalı. Avrupa’da ne var ne yok ise ülkemize nakletmek istemişiz fakat bunu da başaramamışız. Ne kendimiz olmuşuz ne de Avrupalı olabilmişiz. Bunu şöyle açıklıyor Amerikalı; “Geçenlerde bana kendisinin Avrupalı olduğunu muhakeme ile isbat edeceğini söyleyen bir Türk dostum randevu vermişti. Bir vapur iskelesinde buluşup bu görüşme için şehrin tenha bir köşesine çekilecektik. Lakin dostum randevusuna tam bir saat geç gelebildi ve bir sürü özür dilemekle söze başladı. Kendisine bugünkü gezintinin mevzuu olacak mesele halledilmiştir, gezintimize hiç hacet kalmadı dedim”
Amerikalı ile Avrupalı(!) Türk arasındaki konuşma Amerikalı’nın şu sözleri ile son buluyor; “Dostum, emin ol ki bu kurtuluş yolu, Avrupa’nın iyi şeylerini kapıp kaçırma gibi şuursuz bir taklit ile bulunmaz. Evvela kendi benliğinizi bulacak, benliğinize bürüneceksiniz. Sonra onun işleme safhasında Avrupa’dan bu işe elverişli olan ve insandan emek bekliyen iyi şeyleri alacak, benliğinizde eritecek, kaynaştıracaksınız. Her şeyden evvel kaybettiğiniz benliğinizi bulmanız lazım…”
Bir mektup ise bizim fikir hayatımız ve büyük adamlarımıza ayrılmış. O zamanın düşünürleri ile öncenin fikir adamları karşılaştırılmış. Gerçi karşılaştırılacak pek bir şey bulunamamış. Çünkü o zamanın düşünürleri devlet dairelerinde dolgun maaşlı bir masa için araştırma yapıp durmuşlardır. İcraat olarak pek bir şey verememişlerdir topluma. Yol gösterici olmak yerine “tıp balosu, edebiyat sohbeti, teknik üniversite dans gecesi” gibi lüzumsuz işlerle meşgul olmuşlardır. Yüksek tahsil yapmanın memleketi kurtaracağı yönünde büyük bir yanılgı vardı o zamanlar. En iyi yetişen bir doktor bile babasının tarlasında çalışmaktan, çapa yapmaktan kaçınıyor mesela. Halbuki bunu yapsa memlekete katkısı olacak. Diğer türlü iş hayatında tuzaklar ve yoğunluk memleket için çalışmasını engelliyor hatta kötü planların içine çekilmesine olanak sağlıyor.
İkinci bölüm Düşünen Adam Aranızda ise yine İstanbul’a giriş işle başlar. Fakat bu sefer bir ümit vardır. Yeni inkılâplar yapılmış, yeni eserler verilmiştir. Buları görmenin heyecanı ile şehre girer Düşünen Adam fakat gördüğü manzara karşısında hiç şaşırmamıştır. Çünkü her şey bıraktığı gibidir, hatta biraz daha geriye gitmiştir.
Bir konferansta yol konusu işlenmiş ve oradakiler hayretler içinde konuşulanları dinlemişlerdir. Üç çeşit yol varmış; yurtta yol, beyinde yol, kalpte yol. İlki yurttaki yolların asfalt olması gerektiği vs ile ilgili, ikincisi metot ile ilgili, üçüncü ise ahlak ile ilgiliymiş söylenenlerin. Bu konferansın çıkışında Düşünen Adam trafikte kalıyor ve soruyor “Kaza mı olmuş?” cevap hayır. Vasıtalar tıkamış. İyi de biz biraz önce ne dinledik? Düşünen Adam miting alayının arasından geçerek, işportacıları kovalayan zabıtalardan, dilencilerden zar zor evine varabilmişti.
Düşünen Adam’ın bahsettiği konulardan biri de işsizlerdir. Sokaklarda dikilen, iş arayan, çoğu pijamalı üniversite mezunları, köylerinden binbir umutla gelmiş köylüler… Bir gün Düşünen Adam bir köylü ile konuşmaya çalışmış, ilk önce başarılı olamamış fakat çaresiz köylü bayrakları indirmişti. Hayat hikayesini oracıkta anlatıvermişti. “Memleketten geleli tam bir buçuk sene oluyor, baş vurmadığım iş kalmadı. Hademelik mi, bekçilik mi, amelelik mi, işportacılık mı ne istersen. Kiminde birer ikişer ay tuttular, sonra çıkardılar. Fabrikadan iş yok diye attılar. İşportacılıkta belediyelerin önünden kaçmakla iflahım kesildi. Bir düzine mendille iki deste çorabı kaldırıma serip yağmurda, soğukta akşamı bekledim; elime geçen üç dört kağıda; kışın bu kaldırımlarda hastalandım. Sonra aylarca hastane kapılarında süründüm. Biz memleketten buraya gelirken on yedi arkadaştık. İkisi asker kaçağıymış, yakaladılar. Birini otopos ezdi. Üç arkadaşımız göğüs derdinden hastanelerde yatıyor. İkisi esrar kaçakçılığı yapıyormuş, derler. Gerisi de benim gibi, Alamanya’ya gitmeyi bekliyor. Birkaçı gayrı usandı, köye döndüler; açlıktan geberiyorlarmış orada.”
Amerikalı’nın ve Düşünen Adam’ın söyledikleri ve tespitleri gerçekten çok güzel. Bazı konularda katılmazsanız haksızlık etmiş olursunuz. Fakat her kitapta olduğu gibi bunda da eleştirmemiz gereken noktalar var. Mesela Amerikalı’nın İstanbul sokaklarında adım başı karşılaştığı olumsuzlukların her seferinde ona denk gelmesi biraz abartılı olmuş. Tamam, Türk halkı anlattığı gibi maalesef fakat sabah hastane önünde gördüğü hastanın ikindin cenazesini görmesi de zorlama olmuş. İstanbul o kadar küçük değil. Ya da küçük mü? Bilmiyorum.
Nurettin Topçu’nun Amerikan Mektupları – Düşünen Adam Aranızda kitabı kesinlikle okunmalı ve dersler çıkarılmalı. Tavsiyemdir. Bulun, okuyun.
Ali Akçakaya
İZDİHAM