O Bir Kere Kaybetti, İrem Matçiçek
Hava karamıştı. Akşam ezanı okuyordu. O işini anca bitirip çıkmıştı dergiden. Hızlı adımlarla metroya geçti. Bir an önce eve gitmekti tek istediği. Yorulmuştu. Zihni çok yorgundu ve uzun zamandır kendini toparlayamıyordu. Metro her zaman ki gibi yüzü asık insanlarla doluydu.Kalabalıklar içinde varış noktasına sürükleniyordu. Uzun ve sonu gelmeyecek düşüncelere dalmıştı ki anons sesi ile kendine geldi. “Gelecek istasyon Yenisahra.” Bir hışımla ancak inebildi. Metrodan çıktığında yağmurun başladığını gördü. Yağmurun altında yürümeyi çok severdi bu yüzden de yanında şemsiye taşımazdı. Etrafına bakındı. Herkes yağmurdan kaçıyordu. O ise her zamankinden daha sakin yürüyordu. Yağmuru, rüzgârı iliklerine kadar hissediyordu. Kulağında hüzünlü bir şarkı. En çok yağmurlu günleri severdi. Göz yaşlarınıgizlerdi kolaylıkla. Her damlada sanki biraz daha temizleniyordu ruhu, bedeni arınıyordu. Eve gelmişti sonunda. Merdivenleri ikişerli çıkıp bir an önce kapıya geldi. Kapıyı yavaşça açtı. Yan komşu Ayşe teyze çoktan kapıda belirmişti. Elinde bir tabak sarma ile karşıladı. “Yorulmuşsundur oğlum. Yemeğinde yoktur senin şimdi.” Kafasını sallayıp aldı ve kibarca teşekkür etti. Her zaman böyle güzel bakardı Ayşe teyze. Hafta sonu erkenden zile basar yaptığı ekmek kızartmasını, pişiyi, patates kızartmasını bile getirirdi. Yüzünden anlardı durumunu, karşısına alır konuşurdu. İyi gelirdi aslında onu dinlemek. İçeriye girip Ayşe teyzenin kapıyı kapatmasını bekledi. Onun hemen ardından kapıyı çarptı oda. Perdeler açıktı sonuna kadar, oturma odası yeterince aydınlıktı. Daha dumanı üstünde olan sarmayı masaya bırakıp mutfağa çay demlemeye gitti. Su kaynayana kadar elini yüzünü yıkamak için banyoya geçti. Aynanın önünde durdu. Tanıyamadı kendini. Yorgunluktan şişmiş gözler, birbirine karışmış kaşlar, solgun bir ten. Yavaşça ayrıldı aynanın önünden. Çayı demledi. Büyükçe bir kupa doldurduktan sonra pencerenin önüne geçti. Bir zaman sonra kalkabildi yerinden. Saat gece yarısı geçmişti. Masanın üzerinde onu tonla bekleyen yazıya baktıktan sonra yarının pazar olmasının verdiği rahatlıkla yatağa geçti. Yatağına uzandı ama uyumak nafile. Gecenin sesini dinledi, sessizliğin sesini, sessizliğin içindeki sesini dinledi. Bir ses kulağına geçmişi fısıldıyordu. Elleriyle boğduğu hatıralar, savaşın harabiyeti sonrası kalan şehir gibiydi ama peşini bırakmıyorlardı. Ve geçmişten bahsetmek sanki ezbere bildiği sokaklardan birinde kaybolmak gibiydi. Kulağını tıkayıp uyumaya çalıştı ama ne fayda. Sahi kaç gece olmuştu doğru dürüst uyumayalı. Belki üç gün belki beş ay. Düşünceler eşliğinde bir sağ bir sol derken uyuyakalmıştı. Her sabah olduğu gibi güvercinlerin günaydınlarıyla uyandı. Her gün camın önüne tüner saatlerce ses çıkarırlardı. Saate baktı henüz 8’di. Yattığı yerden tavanı izledi. Tavandaki pütürleri bile görebiliyordu gözünü çizdirdiğinden beri. 11’ de anca kalkabildi yataktan. Mutfağa geçip hemen bir kahve yaptı. En son aç karınla kahve içmesi gerektiğini söylemişti doktor. Bağımlılık işte bırakılmıyordu. Az sonra kapı çaldı ve gelen tahmin ettiği gibi Ayşe teyzeydi. Elinde bir tabak su böreğiyle gülümser yüzüyle ona bakıyordu. Elinde ki kahveyi görünce biraz söylendi, doktorun söylediklerini hatırlattı. Tabağı alıp teşekkür etti. Pencerenin önüne geldiğinde parkede ki su izleri dikkatini çekti. Dün camı açık unutmuştu ve yağmur içeriye yağmıştı. Banyodan viledayı getirdi ve etrafı sildi. İki günde bir mutlaka evi silip süpürürdü. İşi bittikten sonra masanın başına geçti. Göz ucuyla karıştırdı dosyaları. Kısa bir plan kurduktan sonra okumaya başladı. ‘Bir gün bir adam yolda yalnız başına yürüyormuş…’ diğerine geçti. ‘Sevdiği çok uzaklarda olan kız…’ diğerine geçti. Derken
“Güneş gidiyor yavaş yavaş
Şehrin ışıkları açılır birazdan
Aniden bastıran yağmur
Herkes başı önünde kaçışıyor
Sanki suçunu biliyor insanoğlu
Yolun kenarında duruyorum
Epey yüksek bir yer
Şehri görüyorum
Işıklarıyla şahane
Ama makyajı akmış
Masumluğunu kaybetmiş
Karşımda hırçın bakışlarıyla
Dimdik şehir
Göz göze gelmekten kaçındığım sevgili gibi”
satırlarını okudu. Sanki bunu kafasından biri yazmıştı. Sanki onun her gün yürüdüğü yoldan geçen biri yazmıştı. Devamını okumak için sayfayı çevirdi. Bu kadardı ve isim yerinde “Dalgın Adam” yazıyordu. Telefonun çalışıyla irkildi. Arif arıyordu. En yakın arkadaşı. Sahile çağırdı. Onunla sahilde kahve içmeye bayılırdı. Saat 4’e geliyordu. Toparlanıp çıktı. Kadıköy sahilde, elinde iki kahveyle bekliyordu Arif. Selam verip yanına oturdu. Arif kahveyi uzatıp: “Her zamankinden.” dedi. O kadar oturmuşlardı ki güneş batmış, çoktan sokak lambaları yanmıştı. Hanife abla arayınca fark ettiler saati. Hanife abla Arif’ in ablası, beraber yaşıyorlar. Yemeğe çağırdı onu da. Ama daha bakması gereken yazılar olduğu ve oyalanmamak için gitmesi gerektiğini söyleyip ayrıldılar. Metrodan indi yürümeye başladı. Yolun kenarında durdu. Şehri çok net görebiliyordu. Ama bir şekilde bakmaktan korkuyordu. Sanki baksa sevdiceğine bir zarar gelecek sanki baksa hep beklediği gelmeyecek gibi sanki sanki göz göze gelmekten kaçındığı sevgili. Sonra yağmur yağmaya başladı. İlk defa adımları hızlandı. Titreme tuttu. Apar topar eve geldi. Bir çırpıda üstündeki ıslak kıyafetlerden kurtulup kendini kanepeye attı. Hep korkuyordu şehrin büyüsüne kapılmaktan, herkes gibi olmaktan. Belki de korktuğu kendini kaybetmekti. Belki de hiç kendini bulamamıştı. Düşünceler eşliğinde uyuyakalmış. Alarmın sesiyle uyandı. Pazartesi gelmişti. Yavaşça doğruldu beli tutulmuştu. Ağır hareketlerle hazırlandı ve çıktı. Ofiste yeni yazıları okumaya devam ediyordu. “Göz göze gelelim sen keşfet içimdeki bilmediğin sokakları, ben de kaybolayım içinde ki ezbere bildiğim sokaklarda.” Sözü dikkatini çekti. Bildiğin sokaklarda kaybolmak mı? Yazarın ismine bakmakiçin sayfayı çevirdiğinde yine aynı takma isim ile karşılaştı. “Dalgın Adam”. Merak etti kimdi bu? Mesai bitmişti, artık gitme saati gelmişti. Bu sefer bir değişiklik yapıp eve gitmeden sahile uğradı. Saat 6 olmuştu geldiğinde. Biraz karşıyı izledi. Havanın kararmasıyla ışıklarda açılmıştı. Çok güzel duruyordu şehir. Büyüsüne kapılmamak elde değildi. Korktuğunun ne olduğunu anlar gibi oldu. Korktuğu kendini kaybetmek değildi. Kendini bulamamaktı. Siz hiç kendinizi kaybettiniz mi? O bir kere kaybetti ve hayatı alt üst oldu.