Ömer Kaya, “Sonra Konuşuruz” Adlı Öykü Kitabını Değerlendirdi: Şimdi Konuşma Zamanı
Türkçe edebiyat son dönemlerde özellikle öykü türünde pek çok yeni ürünle zenginleşti. Katkı sunanlardan biri de şüphesiz İbrahim Varelci’nin “Sonra Konuşuruz”u. Doğal olarak inceleme, tanıtım, söyleşi gibi türlere de söz hakkı doğmuş oldu. Bu çalışmanın amacı her ne kadar net olarak eleştiri sınırları içinde değilse de ondan da tamamen ayrı olmayacak. Fakat alıştığımız düzenin birazcık dışına taşan bir tarafının olduğunu ve yorumların kitabı okuduğum ana/anlara (bazen hemen o an okunmuş paragraflara) ait olacağını belirtmek isterim. Böylesini uygun görmemin temel nedeni hem bir okur olarak istifade etme biçimlerinden birini hem de beklentilerimizin karşılanma veya karşılanmama durumunda ne tür tepkiler verebileceğimizi doğal haliyle gösterme çabasıdır. Bununla birlikte öyküleri tek tek değerlendirmeye çalışırken henüz kitabı okumayanların heyecanını kaçırmamak ve öyle olmasa bile gereksiz saydığım için özet yapmayacağım ve mümkün oldukça az terim kullanacağım. Bazı öyküler için daha az şey söylemiş olmak, benzer şeyler söylediğim öykülerin tekrarını yapmamak anlamını taşıyacaktır.
Başkalarının Ölümüyle Başlıyor Hayatımız:
Dini, geleneksel anlayış ve cenazelerle münasebetimiz özelinde değerlendiren güçlü, modern dünyaya yenilmemiş bir hafızayla hatırlatma çabasını sunmakla başlıyor ilk öykü. İlk paragrafı, hemen hemen 2000’li yılların başına kadar azala azala sürdüğünü düşündüğüm, bu uhrevi atmosferle teması hatırlatması bakımından kıymetli buluyorum. Akabinde entelektüel ya da avamın dünyasında toplumun düşünce hamallığını yapan bireyler adına işlevsel bir imge yakalıyorum: gözlük. Öyle ya nasılsa dişe dokunur şeyler söyleyecek, yazacak, pek çok arızayı onaracak bir enayi mutlaka bulunuyor. Geriye o gözlüğü ihtiyaç duydukça kullanıp tek başınayken de görebildiğini zannetmek kalıyor:
“Gözlük, gazete okurken bir de at yarışı oynanırken takılıyor sadece. Zaten bir gözlük yetiyor koca kahvehaneye.” s. 9
Tabii burada mühim olan, yazarın bütün bunları düşünerek metnini tasarlaması değil. Yorum çeşitliliği yaratacak ama bilinçli ama bilinçsiz cümleleri, imgeleri, metaforları, anahtarları sunabilmesi. Bir kumaş kalitesi gösterebilmesi. “Gözlük”ün ardından bir imge de “çoban”la yakalıyoruz. “Gözlük”le birleşiyor. Genellikle bulunur enayimiz ama bazen olmayınca da olmuyor. Eksikliğinde değeri daha iyi anlaşılıyor. İyi çocuk olmasını ummak, en tabii duygulardan birini oluşturuyor. Bizi incitmeden, biz ihtiyacımızı dillendirmeden meramımızı anlayacak cinsten bir “enayiçobangözlük”:
“Koca köyde bir çobanımız bile yok. “
“Tabii olmaz Çekiç, tembellik evinizin eşiğine oturmuş. Böyle giderse elinizde ne var ne yok kaybedeceksiniz.” s. 9-10
Ama bu kadar güzel ve temaslı bir giriş, nasıl oluyor da klasik bir öyküye dönüşüyor? Hem de uzadıkça uzuyor. Ama sıkmıyor tabii. Akıcı bir anlatım var. Hâkim bir anlatıcı, daha doğrusu, bir dostunuz var. Gayet samimi bir üslupla anlatıyor olup biteni, çok az diyalog kullanıyor. Sevilecek de bir tercih fakat başlangıcı, o ilk paragrafı düşündükçe “Ne olur geri dön, değiş, başladığın gibi devam et, ne güzel yorumluyorduk, zihnimiz açılmıştı.” diyorum ama nafile. Sanki “Olmuyor, dostum… Bu öyküyü böyle bitirelim, bir dahaki sefere senin dediğin gibi yazarız inşallah.” cevabını alıyorum. Peki.
Bir tanıtım ya da değerlendirme yazısında bu öykünün finalinin ustaca işlendiği yazılıydı. Fakat bana kalırsa örneği sıkılacağımız kadar çok ve kolaylıkla tahmin edilebilir bu son için özel bir övgüde bulunmanın gereği yok. Ama ne şirindir insanlar! Olmamış, diyemezler. Söyleyeyim: Olmamış. Vurucu bir son olmamış. Ama sadece vurucu bir son olmadığı için değil, mükemmel bir girişe ayak uyduramadığı için. Girişi çıkarırsak eli yüzü düzgün, merak unsuru barındıran güzel bir öykü, derim.
Kelebeğin Gölgesi:
Şiirsel, diyebileceğim hiç olmazsa dil lezzeti olan, bunu dozunu kaçırmadan sağlayan bir üslup göze çarpıyor. Sonra kolaj kullanımını da ayrıca sevdim. Öykünün, teknik unsurlarla birleşimini değerli buluyorum. Bu lezzetli üsluba tabii şiirden meydana gelen bir kolaj yakışırdı. Varelci de bunu yapıyor.
Sözü dilden açmışken son dönemde okuduğum metinlerin diline kıyasla Varelci’nin dilinde eski metinlerin dilinden aldığıma benzer bir keyif aldığımı da eklemem gerekir. Öyküyü okurken bir taraftan da Varelci’nin okuduğu metinlerin eski, sağlam metinler olduğunu hissediyorum. Derin meselelerle örülü metinler hem de. Onlardan esintiler var çünkü. Aşkı, sevgiyi, özlemi -son dönem metinlerinde okuya okuya nerdeyse öyle olduğuna hükmedeceğimiz- vıcıklıkla karıştırmıyor. Yani figür anlatıcımız, epey maharetli bu öyküde. Maharetli fakat öyle iç açıcı değil. Kasvetli, yalnız. Şimşekler çakar, gök gürler, ağaçlar köklerinden oynar, yapraklar rüzgarın ellerinde ufalanıp tüm vadiye saçılır, hasılı vadi İsrafil’in sûra üflerken çıkarabileceğine benzer bir sesle yankılanır onun yüreğinde.
Bir Ahmet Mtihatlık daha yapacağım affınıza sığınarak. Yıllar evvel merak ettiğim ve okumalarımda taramalar yaptığım ama çok az karşılaştığım bazı görüntülere, kelimelere, bakış açılarına rastlıyorum Varelci’de. Büyük çoğunluğu Müslüman olduğu söylenen bir ülkede yaşadığımız söylenir. Dinin de insan hayatına nüfuz ederek onu şekillendirdiğini düşününce metinlerimizde bunu destekleyecek verinin hayli az olduğunu gözlemliyorum. Bunu, hani biz Müslümandık, sorusundan ziyade belki ciddi olarak Tanzimat’tan beri hissedilir ölçüde tecrübe ettiğimiz kimlik sorunu üzerinden sorguluyorum. Gerçekte neyiz? Bir Avrupalı gibiysek neden o zaman bu Cemolar, Memolar, Jiletler? Bu Jilet, mahallesindeki camiiden, Ramazan’dan, ne bileyim, abdestten, mezheplerden daha mı yakın bir şeyler içip kafa bulmaya, yalnızca çok heyecanlı olayların ortasında durmaya? Gorki’nin Ana’sı ne kadar entelektüeldi de onu bazı “tehlikeli” broşürlerle gördük. Evet, bizde de örnekleri var ama bir yerde kesildiğini düşünüyorum. Mesela neden kilise tasvirleri varken camiilerin yok? Mesela türbenin sağına filan sapsak, o sokağa girsek? Handikap olarak mı görüyoruz yoksa bu hepimizin sağında, solunda, önünde, arkasında bolca bulunana rast mı gelemiyoruz? Dünya edebiyatında gördüğüm, bir yazar olarak kendimin de pek kullanmadığım bu çok iyi tandığımız “şeyler” ile ilgili yaptığım taramayı bir soru olarak zihinlerinize bırakayım. Sevgili Varelci’de rastlayınca yeniden hatırlamış oldum. Öyle çok da ürkütücü durmuyor. Üstelik Varelci farklı bir tarafından da tutmaya çalışıyor. Mesela artık bir rahmet olarak görmüyorsunuz yağmuru. Romantik havasını tamamen kaybetmiş biçimde hayal dünyanızı tarumar ederken yakalıyorsunuz. Cesur bir tercih. Elbisemizden süzülen damlaların eşiğe düşmesiyle yağmurdan kurtuluyoruz. Yeni bir kolaj yakalıyor ardından bizi. Bana kalırsa kolaj öncesinin bir cümlesi fazla:
“Beğenmeyip bir kâğıdı düzleştirdim. Şu dizeleri yazmışım.” s. 26
Ardından şiir geliyor. Fakat o kâğıt düzleşti artık. Dizeleri görüyoruz. Hangi dizelerin yazıldığının söylenmesi, bir şıklık kaybına neden oluyor. Belki kızacaklar vardır bu söylediğime ama öyle. Neyseki bir sonraki kolaj sunumunda şıklığı geri kazanıyor.
Öykünün toplamı, meselesi içinse (Klasik olarak söylenen şeyleri es geçersem olur mu hiç? Elalem ne der? Söyleyeceğim şeyler var, tabii.) bir varoluş sancısıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Özellikle öyküleri bir bütün olarak toparladığımda öyle koftiden bir varoluş sancısı olmadığını vurgulayayım: Aşkla yoğrulmuş bir sancı. Kadın figürün isminin “Serap” olarak belirlenmesini isabetli bulduğum bir yoğrulma. Alakaları kurmak, tabii okura kalmış. Ancak zaman zaman müstakil öyküler okuduğumda onlara getirdiğim eleştirilerden birini yinelemek isterim: Metnin konusunu, kişilerin duygusunu açıkça gösteren kelimelerin kullanımını işlevsel bulmamakla beraber metnin sanatsallığına zarar da verdiğini düşünüyorum. Bu öyküde maalesef bolca vardı.
Pencere:
Yukarıda değindiğim “kimlik” meselesi için öncelikle yalnızca bu öyküde geçen kelimeleri sıralayayım: namaz, teheccüt, ayet, dindar, ahiret, Müslüman, Ramazan, camii, yatsı ezanı, tespih, Allah, Kur’an-ı Kerim, mezhep hatta bir de ayet örneği. Yeniden ifade etmekte fayda var, bir İslam öğretisi anlamında örneklemiyorum. Demek istediğim, günlük hayatta varolan, haşir neşir olduğumuz bu kelimelere metinlerde uzak kalışımız. Yakınlaşmalı mı? Varelci de kastettiğim minvalde bir kullanım sergiliyor. Hatta öyküde birkaç paragraf sonra bütün bu sözcüklerin olduğu yerde belki de olmaması gerektiğini düşüneceğiniz bir cümleyle karşılaşıyorsunuz.
“Sokayım kitabına!” s. 33
Alıntıdaki “kitap”ın bizlerin yazdığı kitaplardan olduğunu belirterek devam edeyim. Kitap okuyacağımıza para kazanmayı, meslek edinmeyi daha ön plana alan bu cümle ne kadar dönüyorsa etrafımızda, kastettiğim kelimeler de o kadar, demek istiyorum.
Öyküye dönecek olursak yine bir varlık sancısı var. Ama takdir ettiğim biçimde. Tam da bizim yaşadığımız bir varlık sancısı. Benzerini Ahlat Ağacı filminde bulmuştum. Bu öykü de o kadar gerçek engellerle meseleyi işliyor. Olabildiğince doğal. Figür anlatıcının üslubu da konuya hizmet edecek oranda doğal. Elinde terazi varmış gibi, asla ölçüyü kaçırmıyor. Hatta yerinde bir soruyla okuyucuyu metnin içine, kahvedeki masalardan birine davet ediyor:
“Ne şiş yansın ne kebap yani. Hayat böyle. Nasıl, öğrenmeye başlamış mıydım?” s. 37
Metnin sonuna doğru, umarım babayı kahvede bulmayız, diye içimden çok geçirsem de maalesef benim için kaçınılmaz bir son oldu. Baba ya da öykünün duygusundan değil, hiç sevmediğim ve gereksiz bulduğum tesadüflerden bu “maalesef”. Çünkü bu tesadüf olmasaydı bile babadan bütün mahalleliye herkesi tanıyor gibiydik. Yoğun ve kestirmeden tanımıştık. Öykünün kendi özelinde çok güzel bir işleyişi ve bana kalırsa içinden babayı da çıkarırsak çok da güzel bir sonu vardı zaten:
“İmamın sesiyle okey taşlarının gürültüsü birbirine karışıyordu.” s. 39
Çok güzel iki imge. Biri ses, diğeri gürültü. İkisi arasında kendini aramak.
Dünyanın En Yüksek Yeri:
Daha önce “Neresi” adıyla okuduğum ve adının değiştirilerek kitaba yerleştirilmesini isabetli bulduğum bir öykü. Sayfalar ilerledikçe öykülerin mevzularında da bir derinleşmeye tanık oluyoruz. Bilge bir anlatıcı çıkıyor karşımıza. Behçet Necatigil’in “Dönme Dolap”, A. Hamdi Tanpınar’ın “İnsanlar Arasında”, İsmet Özel’in “Amentü” şiirlerini düşündüm okurken. Tabii onlar, şiirin büyülü dünyasında çok özel ve özgün ifadelerle kazıdılar edebiyata meselelerini ve isimlerini. Bu öyküde biçimsel değilse bile içerik olarak buna benzer bir sızı buldum. Bir kere dünyaya geldik. Yapmamız gereken çok “şey” var ve bu çok fazla “şey”in yapılması gerektiğini, nasıl yapılması gerektiğinden daha çok duyarız. Bu öykü, bir anlamda, “nasıl”ın gelmeyişine isyanı temsil ediyor. Bir taraftan, okurken bir deneme tadı da alıyorsunuz. Alırken de “Acaba Varelci deneme mi denese?” diyorsunuz içinizden. İşin açığı, Varelci’ye dair birikimim “Neresi” isimli öykü ve bu kitaptan ibaret, şimdilik. Ama küçük bir araştırma pek çok noktayı daha da belirginleştirdi. Tabii takip edenler için durumun izahı daha kolay. Ama benim gibi, Varelci’nin deneme yazdığından bihaber bir okur için deneme benzetmesi yapmak yazar adına kıymetli olsa gerek. Çünkü bu öykü için söyleyebileceğim en isabetli şey, biraz da Ahmet Haşim’in şiir tanımına benzeyecekti: Öyküyle deneme arasında, öyküden çok denemeye yakın… Ama bu demek değil ki deneme yazmak öykü yazmaktan daha kolay. Aksine hayli riskli de bir uğraş. Yine Ahmet Haşim’den kuvvet alarak ifade edeyim; bir gün şiir, roman ya da öykü yazdığınızı zannedebilirsiniz. Ama aynı şey, deneme için geçerli değil. Biletle, anahtarla, davetle girmeniz gereken bir yer. Kurmaca metinler biraz daha kibar olduğu için sizi bir müddet misafir edebilir. Deneme, amiyane tabirle, yetersizseniz defediverir.
Önce Hayaller Ölür:
Yakın siyasi tarihimiz ve onun kalıntıları, fırsat eşitsizliği, dine yaslanarak ya da dini yorumlayarak kurallar koyanlar alt zemininde ne kadar esnek davranabiliriz? Bir taraf seçmeden de hayatımıza normal akışıyla devam edebilir miyiz? Yaşadığımız coğrafyanın gerekliliği içinde orasını burasını süslemeden, değiştirmeden, onu yavan bulmadan başlıyor öykü. Risk alıyor ve almalı. Fakat her okur sabretmeyebilir, devamına kendi bir devam katıp metni gereksiz kılabilir. Belli bir çevrenin okuduğu öykü olarak kalabilir. Zira ne kadar iyimser görünsek de kutuplaştığımız çok açık. Nazım Hikmet’le Necip Fazıl’ı sipere dönüştüren toplum Varelci’ye neler yapmaz… Yapmasınlar.
Bu öyküde aşk var. Bize has bir yüzeysellikle yaşanıyor. Bir taraftan da notlarımı hemen okurken aldığım için düşüncelerimin beni yanıltmaması hoşuma gidiyor. Tam da kutuplaşmanın verdiği tedirginlikle Nazım’a da rastlıyorum Necip Fazıl’a da ve canım Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına ilişiyor gözlerim. Öyküde de romanın postmodernist olduğu söyleniyor. Fakat nasıl oluyor da bu yanlış değerlendirme edebiyat dünyasına hakim oluyor, anlamakta güçlük çekiyorum. Küçük bir izahla düzeltmeye çalışayım. Postmodernist ve modernist romanlar hemen hemen aynı teknikleri kullanıyor olsalar da onları birbirinden ayıran kıstasın başkişiler olduğunu vurgulamak isterim. Özel yabancılaşma yaşamış “birey” söz konusuysa (diğer unsurların da tam olduğunu varsayıyorum) romanı modernist roman sistemi içinde değerlendirmek gerekir. Tutunamayanlar da tam manasıyla böyledir. Aksi takdirde söz gelimi Tutunamayanlar ile Benim Adım Kırmızı’yı aynı roman sisteminde değerlendirmiş oluruz ki ortada modernist roman olarak değerlendirmemiz gereken pek çok metni de -iyimser bir ifadeyle- katletmiş oluruz.
Öykünün toplamı için de zemininde toplum hafızasını barındırdığı ve bunu hakkıyla yansıtabildiği için takdiri hak ettiğini söyleyeyim. Fakat hem ruh hem de yaş itibarıyla daha olgun kişiler üzerinden işlenmesini, üniversite sınavına hazırlanan iki aşığa yeğlerdim. Öykülerin seyri açısından da çizgi dışına çıktığını söylemekte yarar var. Tabii çizgi dışına çıkmak, olumsuz bir durum yaratmak demek değil elbette.
Çelişki:
“Beyazı masum ilan edip sonra da lekeliyorsunuz, kavramların anlamlarını değiştirip manalarını bozduğunuz gibi. Semantik bir savaş var yeryüzünde.” s. 58
“Ben gerçeklikten kaçmamayı öğrendim, siz de öğrenin.” s. 58
Okuyucunun metne katıldığını ama kurmacanın, öykü sınırlarının da (Öykünün sınırları mı vardı, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Genel çerçeveden bakmaya çalışalım.) dışına taşan bir yapıyla karşılaştığımızı, yukarıda alıntısını yaptığım birkaç cümleden anlamak mümkün. Dünyanın En Yüksek Yeri öyküsüne paralel bir öykü. Daha çok bir deneme paltosu var üzerinde. Sanki bir öyküymüş gibi davranırsam alınacak, kızacak bir tavrı var. Benzerlik kurduğum diğer öyküde söylediklerimi tekrar etmemek için bu kadarla yetineyim.
Yola Çıktığımda Üşüyordum:
“Anlamanın insana yüklediği sorumluluğu da üstleniyorum. Büyük konuşuyorum, evet, sizi anladım.” s. 62.
Öyküyü okurken yine öykünün dışında kalan ama başka bir kıymeti de yüklenen başka bir metinle karşı karşıya olduğumu hissediyorum. Doğrusu, yukarıda alıntıladığım üzere, insanın “anlamak”la ilgili takdir edilesi mücadelesinin, öykülerin ya da romanların içine serpiştirilmiş haline pek çok örnek gördümse de tamamına hakim olup zaman ve mekan unsurlarını yok sayan nadir metinlerden biri oldu benim için. Bir iç monolog duruyor karşımda. İtirazları olan, suçlamalarda bulunan, çıkış noktaları öneren ama kendi için aynı üretkenlikte olamayan belki de bundan kaçan, hülasa, insanı ve onu anlamayı merkeze almaya çalışan derin bir metin. Öykü değil, desem; bir zamanlar Muallim Naci’nin şiir üzerine öngörüsü minvalinde ben de günün birinde öykünün bir tanımının yapılamayacağını düşünmeye başlarım. O zaman da daha uzun boylu tartışmam gerekir. Ama tek başıma olmaz tabii.
Acımasız Olma Şimdi:
Yeniden öykü sınırlarına giriyoruz. Hikaye unsurlarının tamamına rastlıyoruz. Yine aşk var ama dikkatimi çeken temel mesele bu değil. Sonra Konuşuruz’da öykü kalıbına daha uygun bulduğum metinler daha erken yaş grubuna (lise öğrencileri ya da üniversite sınavına hazırlananlar) aitken deneme tadında değerlendirdiklerim -her ne kadar yaş hususunda çok belirgin ipuçları vermese de- orta yaşın duygu ve düşüncelerini barındırıyor. Öyküyü kurmak, onu şekillendirmek, öykünün hacmini ve yoğunluğunu ayarlamak gibi noktalarda da bir kararsızlık hissi aldığımı ekleyeyim. Fakat bu öykü “ne olacaksa olsun” düsturuyla ilerlerken belirgin ve arzulanan bir sona kavuşuyor. Bana kalırsa çok da gerekli olmayan bir “arzulanan son”. Her an her şeyin olabileceği karışıklık, yavan ilerlemeye müsait bu öyküde o kadar güzel toparlandı ki öykünün, güzel bir öykü olması için yardıma koşacak arayış, her şeyi bozabilirdi. Açıkçası bu arayışa denk geliyorsunuz. Bozduğunu iddia edemem ama sarstı, diyebilirim. Öykü kişilerinin isimlerini de (Erdem, Evrim) öyküye hizmet noktasında dikkate değer bulduğumu ifade edeyim. Sevmek, yalpalamaları olan erdemlerimizle biraz da evrimi yaşamaktır. Kıymetli bulduğum bir diğer taraf da Ahmet Kaya kaseti üzerinden toplumdaki ayrışmaya ve bunun anlamsızlığına değinilmesi. Dişe dokunur bir mesele olduğunu kabul etmekle beraber daha çok metinlerde yer verilen nesne, kelime, düş vb. unsurların işlevsel olmasını tercih ederim. Kasetin de böyle bir işlevi vardı.
Konuşulacak Hiçbir Şey Yok:
“Ne kadar dayanabilirsem o kadar sessiz kalmak istiyordum.” s. 81
Bu öyküde, bir anlamda, “Düşünülecek Çok Şey Var” iletisini alıyorum. İyi bir bilinç sunumu var. İç içe geçmiş düşünceler yumağı. Bazen de severken tüketiriz birbirimizi. Bu tükenişe dalmış bir öykü. Öyle ki musluğu açık bıraktığınızı unutup düşüncelerinizle beraber boğulabileceğiniz, belki de boğulduğunuz, ümidin hiç olmadığı bir yerdesiniz. Yoğun öyküler sevenler için iyi bir tercih olacağını düşünüyorum. Öykü kalıbına sığdırabildiklerim arasında öykü kişisi için daha olgun bir iç dünya ve uygun yaşın tercih edildiğini ayrıca ifade edeyim.
Günümüz teknoloji aletlerini ve iletişim biçimlerini kullanmakta ürkek davranmıyor Varelci. Bunun, kendi içinde bazı tehlikeleri varsa da işe yaradığı oranda tercih edilmesinin bu tehlikeyi bertaraf edeceğini düşünüyorum. Bu öyküde ve kullanmayı tercih ettiği diğer öykülerde Varelci’nin, işin hakkını verdiğini görüyorum. Zira piyasada bunları kullanan ama derinliği olmayan metinlerin varlığından haberdarız. Hem de bir kelimenin bile bu metinlerden herhangi birini hatırlatmasına tahammülümüzün kalmadığı oranda.
Yüzük İzi:
“… sessizlik artıyor, sessizlik yükseliyor, sessizlik dağ oluyor sonra uçurum oluyor, düştükçe düşüyoruz fakat dibini bulamıyoruz bir türlü.” s. 88
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere belirli bir düşünceyi işlemeye devam ediyor öyküler. Yüzük İzi de geri kalmıyor ama özellikle ve maalesef ülkemizde güncelliğini hiç yitirmeyen bir meseleyi ekleyerek. Zamanında yeterince inisiyatif alamayan yürekler, ağır bedeller ödemek zorunda kalıyor. Yine bir bilinç seyrindeyiz. Diğer birkaç öyküde olduğu gibi burada da konuşmaktansa susmayı tercih eden insana/insanlara rastlıyoruz. Her ne kadar öyküye iyi yedirilmişse de öykünün sonundaki aksiyonu öyküye yerleştirmemeyi, öykünün kendi kendini var etmedeki başarı hakkını teslim etmek anlamında daha şık bulurdum. Bununla birlikte toplumun aynası olan yazarın, dillendirmesi gereken önemli bir sorunu tercih etmesine de karşı çıkmayacağım.
Hatel:
Açıkçası son öyküyü, kitabın gidişatı içinde en zayıf halka olarak değerlendirebildim. Varelci, hayata ve insana dair derin cümleler ve düşünceler bırakmıştı çünkü. Alıştığınız ve sevdiğiniz bu düzenden çıkınca doğal olarak burnunuzu kırıştırarak bakıyorsunuz son öyküye. Şöyle bir yorum getirmeniz olağan: Topu topu biraz betimleme ve kısacık ama pek de yoğun olmayan bir an. Tabii genellikle figür anlatıcıyı tercih eden Varelci’nin figür olmayan anlatıcıyla biraz kısıtlandığını da düşünebiliriz. Bunun da zorlayan bazı tarafları var bana göre. Belki örneğini en fazla gördüğümüz anlatıcı olduğu için de beğenmek biraz zor gelmiştir. Ancak sıcağı sıcağına yaptığım anlam ve biçim yolculuğunun, kulağıma: “Varelci, daha özgür hissettiği anlatıcılarla çalışmalı.” cümlesini fısıldadığını duyuyorum.
Sonuç:
En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Eğer “Bir öykü kitabı arıyorum ama arada bazı deneme parçaları da hediye etsin. İnsanın görünmeyen yaşantısına uzansın, biraz da yardımcı olsun, çıkış noktaları sunsun.” diyorsanız “Sonra Konuşuruz” iyi bir tercih olabilir. Zira kitabı okurken çok fazla not aldım. Bu notlar sadece beğendiğim cümlelerden ibaret değildi elbette. İtiraz, beğeni, yorum, alternatif, kendimle kavga, yazarla kavga… Tabii hepsini buraya yazmadım fakat gerekli olduğunu düşündüğüm hiçbir şeyi de saklamadım. Varelci’nin ve okurun affına sığınarak da edep sınırları içinde olmak kaydıyla hiçbir sözümü de sakınmadım. Gelgelelim kitapta neden “Sonra Konuşuruz” isimli bir öykü göremedim? Herhalde şundan olacak: Bize çıkış noktaları sunan kıymetli yazarın kendisi eylemsizliği, susmayı tercih ederken acaba arada kitabının adıyla “Beni de aranıza alın, benim sizi zorladığım gibi siz de beni çıkışa zorlayın!” mı demek ister? Fısıltıya kulak verdim ve varmaya çalıştığım çıkışa okurla birlikte yazar da dahil olsun istedim. Bade Osma gibi kıymetli bir editörün varlığını atlamadan “Sonra Konuşuruz”a ve üzerinde emeği olan herkese aydınlık bir yol diliyorum.
İzdiham Dergi