“Kaçacak yer yok aslında; eninde sonunda anlıyor insan, anlatıyor hayat. Öyle bir yere geliyorsun ki elinde, cebinde yalnız çaresizlik var, yalnız çaresizlik birikmiş. Dünyayı yaşamaya değil; anlamaya, anlatmaya soyunanların karşılıksız hayatları. Yeryüzüne serpiştirilmiş, delemeyen toprağı, tutmayan, kök salamayan tohumlar. Bilmeyen mutluluğu. Şehirlerde, kasabalarda, başka yerlerde yağmuru bekleyen; konuşmak, dövüşmek, sevişmek için bekleyen. Biz işte; sen, ben.” (s.59)
Yukarıdaki satırlar, Onur Akyıl’ın Can Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Dün Gece Çok Gençtim’den.* “Dün gece çok gençtim,” cümlesi aslında bir kısacık öykü. Tek gecede olan biten bir şeyler var ve o gecede neler yaşandığını; her biri sanki bu kısa zaman diliminin yoğunluğunun seyrekleştirilmesi, anlatının geniş zamana yayılarak yavaşlatılması girişimi olan öyküler anlatıyor.
Yenme arzusunun eziciliğindense yalnızlığın ve içe çekilişin besleyiciliğinden yana, değerli yalnızlığın sonucunda gelen hesaplaşmanın neredeyse tüm öykü kişilerinde sürdüğü, sonrasında hesaplaşmanın daha romantik, kısık sesli itiraza dönüştüğü öyküler bunlar.
Dinliyor adlı öykünün kahramanı ‘Müsait’ rakı masasında kurtarmaktadır memleketi. Sarhoş olup arkadaşları tarafından eve götürülür, “yengeye” teslim edilir. Yenge yıllardır Müsait’i kapıda, “postadan gelen bir mektup gibi” teslim almaktadır. Bir zamanların gözüpek devrimcisi Müsait’in kimliğinde çizilen, yenilmiş bir adamın portresidir ve öykü bir devrin panoramasını gözler önüne serer. Yine de umutsuzluk yoktur:
“Yenilmiş, tükenmiş neferleri çok olsa da hâlâ dünyanın bir yerlerinde güzel günler için çoğalıyor binlerce başka anı…” (s.38)
Onur Akyıl, ilk öykü kitabı ‘Yalnızlık Yengen Olur’daki gibi, şiirsel, imgesel dilini korumuş ve öykünün anlatımcı yapısını bozmamış. Mırıldanırcasına yazılmış satırların atmosferinden çıktıktan sonra öykülerin aslında bir şey anlatmıyormuş gibi yazıldığını fark ediyorsunuz. Onur Akyıl’ın kendine özgü biçeminin başarısı, neredeyse sayıklama denebilecek bir dille kapsayıcı ve kuşatıcı bir anlatı dünyası kurabilmesinde görülüyor:
“Olmayan onca şeyden sonra ne değişti? Baktığın, baktığım, baktıkları yüzler. Her şeyin ülke olduğu ‘yeni’ denen bir hayat. Ama artık uzaysız evler, daha az tedirginlik. Eskiyi serbest bırakmak senin için. ‘Kurtuluş’tan sıyrılmış bir Kurtuluş Parkı; şehrin göbeğinde şaşkınlık, mevsim, banklar. İşte o başka şeylere, en çok da gündelik bir işe benzeyen, benzettiğim hatırlamak. Öykü burada. Birkaç sözcükte; birkaç sözcüğün içinde gizli.” (s.87)
Anomali adlı öyküde geçen yukarıdaki satırlarda yazarın kendisinin de belirttiği gibi öykülerin öyküleri, metinlerde içteki bir çekirdek gibi beliriyor ya da çekirdeğin çevresinde bir hale gibi yer alıyor.
Yazarın şiirsel, akıp giden ritim yakalayan, anlatımcı, belki biraz sayıklamalı öykülerinde, kaybolmuş, yitik ya da böyle olmayı tercih etmiş bireyin kendisiyle, kurumlarla, devletle derdi var. Yani yazar, istediklerini lafı evirip çevirmeden söylüyor ancak okuru sözlerden oluşan bir büyülü atmosferin içine bırakarak yapıyor bunu:
“Haz denen şeyin sona yerleşmesi bundan belki; biterken haz, sonlanırken. Her insan ustalaşmak ister insanda; ideoloji budur, devlet budur, ihanet budur. Görülmüş ama okunmamış kitaplar birikir öğlenleri raflarda, önünden geçilir bilginin ve anlamın… Durmadan suçlusunu aradığın şeyin, adı her neyse, bütün meselesi bu. Bir duvara çarpmakla, bir duvara yaslanmak arasında bu yüzden bir fark yok.” (s.88)
Diğer yandan, kitapta, okumanın kendiliğinden ve sakin akışına kapıldığınız sırada sanki balyoz yemişsiniz gibi afallatan cümleler var. Bunu, okudukları kitaplarda altını çizecek satır bulamadığını söyleyen okura demiyoruz elbette; öykü ve şiir konusunda birikimli, yazının politik alandan soyutlanmış bir eylem olduğuna gülerek karşı çıkan, yazma eyleminin dolambaçlı yollarını en azından tahmin edebilen okur, cesur, çekincesiz, şiirden el alan daha dikey söyleme kayan şu cümleleri sevecek örneğin:
“Sevişti sayılmaz yani kocasıyla; başka bir şey sevişmek; belki de en son kocalarla… Kocalar, babalar, erkek kardeşler, ağabeyler… Sevgililer daha masum. Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla…” (s.15)
“Salonda iki insan; baş başa, bir başına. Ey ışık, ey yokluğu insanın dedi boşluk; sanki evden Edip Cansever geçti.” (s.23)
“Efendim aşk biraz polise benzer bir devrimci için. Olmadık bir yerde, olmadık bir gülümsemeyle kimlik sorar, dalga geçmeye yeltenir, beceremez, kızar; alır götürür.” (s.33)
“Fakat sanki devlet dediğin bir polis mi Allah aşkına? Ya yengenin sabah sabah elin bıyıklı, soluyan adamını avlusunda görüveren babası?” (s.36)
“İnsan en çok Ankara’da devletin, soğuğun ve aşkın sonsuz olduğunu düşünüyor.” (s.85)
“Yaz dalgınlıktır.” (s.94)
Onur Akyıl, genç kuşak öykücülüğümüz içinde özgüvenli ve farklı bir ses. Onun Dün Gece Çok Gençtim ile artık öyküde kendine has bir yer edindiği ve kendi özgün dilini, biçemini kurduğu görülüyor.
Zeynep Sönmez, Birgün
İZDİHAM