Orhan Veli’yi şanslı biri zannederdim; İstanbul’u Dinliyorum’u yazdığı için. Bugün böyle olmadığını öğrendim. Orhan Veli de hemen herkes gibi güzel olan şeyin değerini vakti geçtikten sonra anlayan biriymiş.
Orhan Veli’nin dinleyişi, İstanbul’da yaşarken İstanbul’un ötesine geçebilmiş bir hayatın, anın ürünü gibi gelirdi bana. Böyle değilmiş. Böyle değilmiş demekle doğru bir şey söylenmiş olur mu, kestirmesi güç; bir şiiri yanlış okumanın yollarından biri bu mudur, o nu da. Şiiri, İstanbul’dayken okumak veya başka herhangi bir yerdeyken okumak arasında, kim ne derse desin, büyük bir fark var. Jeopolitik bir fark. Ve bu başka yerlerden bir tanesi var ki şiirin okunmuş olması için orada okunması düşmez şart. Evet. Ben şu an o yerdeyim. ’’O yer’’ diyen ben olunca, Ömerciğim; senin başka bir şey anladığını bilirim ama yazıyı yazmaya devam etmeliyim. İşte bu yüzden yazının başından TAM burasına kadar söylediğim şeyler hakkında konuşmaya ve devam etmeye hakkım da yetkim de vardı. Bu kadarı yeter mi? Hem de nasıl.
Bu sabah bu şiiri mırıldanırken kendi kendime, birden bire; kendi toprağında nasıl başka biterse bir bitki; tereddüte yer kalmadan fark ettirdi ki kendini, bu şiir Ankara’dan başka bir yerde yazılmış olamaz.
Gerçekten öyleymiş. Zahmet edip Orhan Veli’nin hayatını okumadığım için, başta dediğim gibi, Orhan Veli’yi henüz içinde bulunduğu anı yaşarken o anın değerine varabilmiş şanslı ve dahası seçkin biri sanırdım; öyle değilmiş. Ayıp mı? Elbette ayıp. Bugüne kadar Orhan Veli’nin hayatını kısaca bile olsa okumamış olmak ayıp değil de ya ne olacak başka. Bu ayıbı eden bakşa ne eder. Ayıp sahibi hemen herkes gibi kendince, ona okuduğu şiirlerden kurguladığı bir hayat biçer. Benim bildiğim Orhan Veli; fayton yolculuklarına göre beyefendi, denizin dikilebilirliğine göre serseri, basma perdelerde batan günlere göre kenar mahalleliydi. Yani bendeki Orhan Veli, hep o yılların İstanbul’unda yaşamış, beyefendi bir mahalle serserisiydi. Bu, bunu okuyana da garip gelmemeliydi; ‘Orhan Veli bu değil mi’ denmeliydi. Değilmiş.
Bir keresinde biri; İstanbul’dan ayrılırken herkes, İstanbul’a geri döneceğini sanıyor; gibi bir laf etmişti. Lafı eden kimdi, laf tam olarak nasıldı; hatırlamıyorum. Lafı duymuş muydu, yoksa uydurmuş muydu; bilmiyorum. Bana bir kibrit ver Ömer. Velhasılıkelam Orhan Veli’nin de başına gelen KESİNLİKLE buymuş; bu laftan nasibini alamamış olması. Değildiyse de, itirazları kabul etmiyorum. Ankara, İstanbul’u en çok hatırlatan ve onunla en alakasız yerdir. Şimdi ne alakası var derseniz, yok işte.
Bugün öğrendim. 1947 yılında, Ankara’da yazılmış bu şiir. Bundan büyük kanıt olur mu? Ve Orhan Veli; beyefendi bir mahalle serserisi değil, ömrünü çeşitli devlet kurumlarında geçirmiş bir memurmuş. İnsan kendini hayretlere düşüren şeyleri öğrenince, nasıl olur yahu bu, demeden edemiyor tabii. Tüh! Bugün öğrendim. Karşı isimli kitabı yayımlandıktan bir sene sonra 1950 yılının 10 Kasım’ında bir belediye çukuruna düşerek beyin kanaması geçirmiş. Alkol zehirlenmesi teşhisi ile tedavi görüyor ve ölüyormuş: Orhan Veli.
Gelgelelim, kendi şanslı ve seçkin biri olamadıysa da, İstanbul’u Dinliyorum şiirinin şairi, okuma yazma bilen vatandaşlar için; şanslı ve seçkin biri olabilme ihtimal ve imkânını sağlamış. Bugün anladım.
Hülasa; bu kelimeyi kullanacak bir yer oluşuna bayılıyorum. Büyük bir derdim yok benim. Ankara’da olmak zorunda oluşumun hıncını çıkarırken; Orhan Veli’nin adını kullanıyorum. Söylediklerime arka çıkıyormuş gibi göstermeye çalışıyorum. Yine ayıp ediyorum. Yine kendisinin haberi yok. Nasıl olsun. Orhan Veli’yi arkama alırsam haliyle güçlenir elim. Ne de olsa ben, Orhan Veli’nin hayatını daha önce okumayarak da ayıp etmiş ve bugün hayretlere düşmüş biriyim. Bu da yetmezmiş gibi aleni bir şekilde, Cumhuriyet’i kuran şehrin yüz yılda getirilebildiği çirkinliğe maruz kalıyorum. Yani, bütün dünyada rahatça hissedilen şeye; nedir o şey, insan teninin atmosferdeki havayla teması tabi başka ne olacak; işte o şey dediğimiz şeye dahi baskın gelen, insanı bunaltırken kendine özgü yollar bulabilen bu şehirde; ona ait her şey ve insanlarının her hali/tavrı eğreti duruyor. Eğretiliğin hangi tarafında olacağını seçme hakkı saklı değil.
Ankara mı, Orhan Veli mi? Ankara çok ankara. Açıkçası ‘’insan her nerede değilse orada mutlu olacakmış gibi gelir’’ halleriyle, Baudelaire veya daha büyük bir mesele ile uğraşacak değilim. Sadece çözüme kavuşturmak istiyorum küçük ama yine de bir meseleyi. Mesele olmasa bile onu mesele edişimi. Doğrusunu bilmek, bulmak, öğrenmek, anlamak ve anlatmak; büyük meselenin veya derdin; gün sonunda kişiselleşen bir çelişki olarak kalmaktan öteye götürülemeyecek bir şey oluşu, ozon tabakasını deliyor olmalı. Delmiyorsa, buzulları eritiyordur. En nihayetinde böyle zamanlardan geçiyoruz, desem de itiraz hakkınızı saklı tutarım, ne olur ne olmaz kullanmak isterseniz diye. Çünkü basit ve alelade bir sıkıntım var benim; siz benim söylediklerime düşmeyin: Ankara.
Ve bayağı ve küçük bu meseleyi, ondan şiddetle bahsetmek istediğim için size satmalı ve rahatlamalıyım. Ben satmamalıyım, siz kendiniz almalısınız. Siz de ben de hepimiz, kendimizi çok akıllı sanmalıyız. Mütevazı iseniz bile mesele değil, çünkü burası, canı isterse ki genelde istiyor, gün içerisinde globalleşen dünyadan da bürokratik bir özerklikle ayrışabiliyor ve insanları çok saygılı.
Ha bir de şöyle bir şiire rastladım, Ankara’yı Dinliyorum Orhan Veli’ye İnat diye başlayan: Selim Gül, Ankara’yı Dinliyorum.
Onur Korkmaz
İZDİHAM