Onur Korkmaz, Bir ittihad daha var o da gitmek mi dersin?
Bu yazıyı bitirip, türü ne oldu acaba diye düşündüğümde, türü ”yazı işte” diye cevap verdim kendime. Tarihi bilgilere sık başvurma gereği duymuş olsa da bu yazı, esasen bir ”tarih yazısı” olmaktan uzak. Bu yazının; dil, anlam veya kavram üzerine bir yazı olduğunu düşünmek de pek akıl kârı değil. Uzatmadan şöyle bağlayalım: Anlaşıldığı üzere bu kısım, yazı tamamlandıktan sonra başına eklenmiş bir paragraftır.
İlk önce Harb-i Umumiye, sonra Cihan Harbi ve bugün I. Dünya Savaşı ifadelerini kullanarak belirttiğimiz; bir tarihi vakıa var. Bu vakıadan 1918 yılında, mağlup tarafın saflarında, çıkmıştık ya da çıkar gibi olmuştuk. Bu adlandırmanın; bugün II. Dünya Savaşı diyerek belirttiğimiz olay veya olaylar bütünü cereyan ettikten sonra, bir süre de I. Cihan Harbi olarak kullanılmış olması gerekir. Eh çünkü artık bir ikincisi var. Açıp bakmadım ama I. Dünya Savaşı adlandırması kullanımda yaygınlık kazandığı dönem itibariyle II. Cihan Harbi’nden daha sonra bir zamana denk düşüyor olmalı. Yani II. Dünya Savaşına yaygın kullanımda II. Harb-i Umimi denilmediyse bile bu vakıa, II. Cihan Harbi denilerek de bir müddet ifade edilmiş olmalı. Bundan emin olmaktan sadece bir ihtimalle uzağım. O ihtimal bir eksi sıfır virgül dokuza eşittir ama dokuz devirli ondalıktır. Bir önceki cümleyi hiç yazmadım farz edin, demek istiyorum ki bunu doğrulayacak veri bulma gayretine girmediğim için bu sadece benim yaptığım bir tahminden ibarettir şu anda; ama kuvvetli. Şimdi ne oldu, toparlayalım: Harb-i Umumiye, Cihan Harbi, I. Cihan Harbi ve I. Dünya Savaşı şeklinde bir adlandırılma/belirtilme süreci geçirmiş olsa da nihayetinde bizim de bir parçası olduğumuz bu büyük savaşın ya da harbin, bu tarihi vakıanın; az veya çok, yarım ya da yamalak genel bir bilgisi var bugün herkesin belleğinde. Tabi bu adlandırmadaki değişim sürecinin de mutlaka gerekçeleri veya bir çıkarımı vardır ama bu yazının konusu bu değil.
Devam edelim, bu büyük savaştan veya mağlup taraftan 1918 yılında çıktık. Sonra bu çıkışımızı resmiyete döken antlaşmalar da birbirinin peşi sıra geldiler. Tam böyle bir dönemin başlangıcında Paşavat: Cemal, Talat ve Enver paşalar bir gece vakti, bir Alman torpidosuyla Misak-ı Milli sınırları tarafından çevrelenmemiş bir yere doğru hareket etti. Torpidonun adı R-1. Torpidonun adının öneminin, torpidonun adının bu yazıda anılmasının öneminden daha fazla olduğunu sanıyorum. Misak-ı Milli sınırları tarafından kapsanmayan bu yere, o yer Sivastopol, gidiş aksiyonunu organize eden Alman kurmay Hermann Baltzer daha sonra, 1933’de o gece ile ilgili anısını yazıp bir dergide bile yayınlamış. Torpido Sivastopol’e varınca Enver Paşa, Rusya’ya geçmek üzere kafilenin ittihadını bozup, kafilenin ve kendisinin terakkisini başka bir safhasıyla sürer hale sokmuş oldu. Zaten hepsi de macerayı devam ettirmek niyetindeydi veya seçeneksizliğindeydi. Macera desem de böyle dediğime bakmayın tarihi bir olay, tarihi olaylar nihayetinde. Sonra şöyle oldu: Avrupa’da, Rusya’da, orada burada bir süre dolanırlar, bir şeyler yapmaya çalışırlar. Bu kısımların ve öncesinin teferruatını ilgi çekici bulanlar ilgili okumaları ayrıca yapabilirler; bu yazıda içine girmedik buraların. Zaten yazının devamında da pek bir şeyin öyle ayrıntısına girmeyeceğiz. Ne yapacağız peki? Ben de bilmiyorum, başlık hoşuma gitti, şimdi de oturdum yazıyı yazıyorum işte. Bakalım ne yapacağız.
Zattan zevat, paşadan Paşavat. Herhangi üç zattan kolayca bir zevat teşkil edilebilir ama herhangi üç paşadan Paşavat? Bu süre zarfında, terakkinin yeni safhasında yani, efendime söyleyeyim; tanınmamak için tebdili kıyafet gezerler sonra işte kimlikler, pasaportlar gibi ayarlamalar. Şununla bununla görüşürler, temaslara girerler, denerler. Şununla bunula dediklerim, önemli devletlerin önemli yetkilileridir de pek tabii. Hızlı geçelim, ileriye saralım; Talat Paşa Berlin’de, Cemal Paşa Tiflis’te, Enver Paşa ise Çegan adında bir köyün civarında son nefeslerini verdiler. 15 Mart 1921, 21 Temmuz 1922, 4 Ağustos 1922. Talat Paşa’nın ölümü için uzun zaman önce şöyle bir şey okuduğumu hatırlıyorum: Müttefik Almanya’nın sınırları içinde suikasta kurban gitti. Böyle bakınca ilginç duruyor. Nasıl bakınca? Almanya’yı nitelemek için müttefik kelimesi sıfatlaşınca. Cemal Paşa ise Tiflis’ten yurda tekrar girmek amacıyla, izin almak için, Ankara ile müzakere halindeyken, bu arada Ankara ile bu görüşmeler olumlu devam ediyordur, o da suikasta uğramış ve dönmeyi başaramamıştır. Bu suikastta Rus gizli servisinin parmağı olduğu en kuvvetli iddialar arasındadır. Enver Paşa ise bir anlamda kendi karakteriyle örtüşür veya kendi karakterini tamamlar bir sonla; Ruslara karşı giriştiği bir muhaberede, taarruz esnasında can vermiştir. O an Enver Paşa’nın yanında bulunan, yanlış hatırlamıyorsam Tacik asıllı bir zat, günlüğünde ayrıntılı bilgi ve tasvirlere yer vermiştir.
Cemal Paşa’nın, ki hatıratı en geniş alanı kaplayan üyesidir üç paşaların, naaşı; suikastı ile aynı yıl Kazım Karabekir tarafından yurda getirtiliyor. Bugün mezarı Erzurum’da. Talat Paşa’nın naaşı daha sonra 1944 yılında, Enver Paşa’nın naaşı ise daha da sonra 1996’da vatana getirtiliyor.
Bunlar zaten hatırı sayılır ölçekte bilinen ve daha önceden çokça yazılmış şeylerdi; ama dedim ya başlık çok hoşuma gitti bu yüzden bu yazıyı yazma ihtiyacı hissetim; hatta birazdan bitirmiş olacağım.
Üç ölümden teşkil bu yazının yazılış sebebi peki, sadece bu gerekçeyle yetinebilir mi?
1 Kasım 1918’de ülkeden gitmişlerdi. Açıkçası merak etmeye değer; acaba bu kararı almak üzere toplandıklarında bu cemiyette bulunan herhangi biri, bir diğerine şöyle bir söz etmiş miydi: Söyle paşam ne dersin?
Onur Korkmaz
İZDİHAM