Şimdi tek ihtiyacım olan bir kalem.
Bu bir aşk hikâyesi değildir. Bu, bile bile mahvoluşun hikâyesidir. Başlarken bitişi belli olan ender hikâyelerden biri sadece. Ufak tefek farklarla da olsa her şey tahmin edildiği gibi büyük bir yıkımla bitti. Başlangıcındaki çaresizliğe ve isyana yakışır bir şekilde. Zaten başka türlü olması da beklenemezdi.
Hikâyemiz ilk karşılaşmayla başlıyor.
Yüzünü kapatan kapüşonlu elbise giymişti. Siyah mıydı ne. Tüm vücudunu saran bu elbise bir şeyler gizler gibi bol ve karanlıktı. Kız sandala el etti. Ve sandal ufak dalgalar arasında giderek yavaşlıyor ve tam kızın binebileceği mesafede durdu. Tahtadan uzatılmış bir basamağa oturdu ve merhaba dedi. Bu sesle birlikte şehri bir yağmur sarıyor. Yapraklarla oynaşan yağmur damlalarını andırıyor bu merhaba. İşte her şey böyle başlıyor.
Kızın kayığa neden bindiği veya kayığın nereye gittiğinin hiçbir önemi yok. Kızın oturduğu basamakta sanki hiç kimse oturmuyormuş gibi boş bir alan vardı. Annesinden yeni ayrılmış bir kuş yavrusu kadar ürkek ve sıkılgandı. Öylece kıvrılmıştı kayığın kenarına. Bir eliyle çantasına diğeriyle de basamağa sıkı sıkı sarılmıştı. Sonra kayık epey ilerleyince kapüşonunu başından arkaya attı. Çocuk onu ilk kez suya vuran yansımasından gördü. Suda doğan bir güneş. Kız saçlarını düzeltti. Parmakları bulutlara şekil verir gibi kıvrak ve nazikti. Sonra gözleri çıktı ortaya. Her kırpılışlarında Anka efsanesi doğrulanıyordu. Üzerlerinde uzanan kaşları sanki yoktu ve sanki olmasaydı tüm güzelliği bozulacaktı baharın. Burnu ve dudakları. Hiçbir piramit Mısır’a bu kadar yakışamazdı. Elmacık kemiklerinde çenesine doğru inen kıvrımlarda Japonya’nın kiraz bahçelerini ve erguvanları görebiliyordu insan. Boynundan omuzlarına Nil gibi kıvrılarak süzülen saçları havalandıkça tüm nehri saran miski amber cennet bekçilerini telaşa düşürüyordu.
Kayığı aniden durdurdu çocuk. Siyah postallı, deri ceketli bir adam karşısına dikilmişti. Elindeki kırbacı yere vurdu. Diğeriyle yuvarlak siyah şapkasını kaldırıp sigarasından bir nefes çekti. Bu patrondu. Herkesin nerden geldiğini unuttuğu ve sorgulamayı bile gereksiz gördüğü bir patron.
– Ne yaptığını sanıyorsun? Dedi.
– Hiçbir şey. Yani ben yapmıyorum. Bir şeyler oluyor evet, fark ediyorum ama bunları yapan ben değilim. Elimde değil, önleyemiyorum.
– Yapma. Dedi. Ve sonra birden kayboldu.
Kayık ilerlemeye devam etti. Kız – günaydın- dedi. Ve gün bir daha aydınlanmadı.
İkisi de yol boyunca bir daha konuşmadılar.
Gün bitmiş ve emilecek hiçbir enerjileri kalmamıştı. Sıradaki ve en büyük sorun ise dönüş yolunu bitirmekti.
İşkence odasının önüne varılmıştı. Kayık içleri ürperten bir gıcırdamayla kıyıya yanaşıp durdu. Kız usulca birazda yalpalayarak aşağı indi. Çocuk utancından sadece suya bakacak kadar çevirebildi kafasını ve yine orada göz göze geldiler. Kızın gözlerindeki ateşi ve yüzündeki çaresizliği izledi bir süre. Sonra kız kapüşonunu tekrar çekti kafasına. –iyi akşamlar- dedi. Ve artık hiçbir akşam iyi olmadı.
Dünyanın ve tarihin bütün günahlarını heybesine yüklemiş çıkarken o yokuşu, çocuk arkasından bakakaldı. Çığlık atmadan, kimseye rengini bile belli etmeden usulca gözlerini kanattı. Kızın cellâdın ellerinde kayboluşunu izledi. Sonra eline geçirdiği her aletle vücudunu delik deşik etmeye başladı.
Ülke karanlığa bürünmüştü. Her yerde intiharlar ve cinayetler vardı. Evlerin içlerinde ise bitip tükenmek bilmeyen tecavüz girişimleri.
Donuk suratlar, plastik bebekler gibi yiyor, içiyor, boşaltıyor ve sevişiyorlardı. Çalar saatin startıyla plastik bebekler tecavüze uğramaya devam ediyorlardı. Evlerinden çıkarken ellerindeki buz kıracaklarıyla kendilerini delmeye son veriyor ve onu döndüklerinde kolayca bulabilecekleri bir yere bırakıyorlardı.
Kız bu sefer mavi bir çift göz takmıştı. Mavi eller ve mavi bir kalp çıkarmıştı dolaptan. Ellerindeki ateşi gizlemek için yanında bir çift deniz taşıyordu. Erkek küreklerin ikisine de laleler ekmişti. Kız kayığa bindiğinde yanmaya başlayan laleler. Birkaç deste de kâğıt. Onları çok uzaklara götürecek kocaman gemiler yapacaktı onlarla.
Vücutlarında geceden kalma işkence izleri hala seçiliyordu. Sabah girdikleri buz dolu küvet örtememişti morlukları ve yaraları.
Artık günaydın bile demiyorlardı birbirlerine. Çünkü o ilk günden sonra ikisi de dillerini kesmişlerdi.
Başka bir işkence alanına vardıklarında yüzlerindeki donuk gülümsemeyi çimentoya gömüp vakitleri dolana kadar çekecekleri acılara boyun eğmeye koyuluyorlardı.
Erkek bir an duraksadı. Bir karartı, dişlerini söke söke yanına yaklaştı.
– Görmüyor musun bize neler yapıyorsun. Dedi.
– Ben bir şey yapmıyorum. Yani evet, bir şeyler oluyor bana, bende bir şeyler oluyor ama ben yapmıyorum.
– Ellerine ne oldu. Neden kan revam içinde yanıp duruyorlar.
– Bilmiyorum. Bu yangın her ne ise gözlerimi de kör etti. Artık ne görebiliyor ne de konuşabiliyorum.
– Ondan kurtul…dedi patron. İşine dön. Görmüyor musun, sana sunulan her şeyi yakıp yok ediyor.
İşkence vardiyası bitmişti. Patronun söyledikleri çocuğun kulaklarında yankılanıyordu. – ondan kurtul, ondan kurtul…- çocuk cebine bir giyotin sakladı. Tüm sular çekildiğinde usulca arkasından yaklaşıp öldürecekti onu.
Kızın ineceği kıyıya geldiler. Cellât sabırsız kızı bekliyordu kapıda. Kız çaresiz önce suya baktı. Sonra indi kayıktan. Çocukta biraz bekledikten sonra çabucak kayıktan inip bir koştu. Kızın yolunda bir kuytuya saklandı. Cellâdın ellerine kavuşmadan karanlık bir girdapta bitirecekti artık başlaması bile günah olanı.
Kız iyice yaklaşmıştı. Cellada baktığını gördü. Gülümsüyordu. Bakıyor ve gülümsüyordu. Kendi elleriyle elbisesini yırttı. Kollarını ona doğru açtı. Göğsünde dağlanacak yerleri gösterdi. O kadar mutluydu ki.
Çocuk giyotinini sakladı. Kayığına geri döndü. Şaşkın şaşkın kürek çekmeye başladı. Kafasını kaldırdığında kordondaki tüm kayıkların küreklerinde yanan laleleri gördü.
Kâğıtları kayığın arka basamağına istifledi ve suyun en derin yerinde ateşe verdi.
Özer Turan
İzdiham