Bir akşam kapıları çalındı. Aslında kapı çalınmaz, çalan zildir. Kadın kapıyı açtı ve hiç de şaşırmamış bir karşılama merasimi geçirdikten sonra annesi ve erkek kardeşiyle birlikte odaya girdiler. Bu manzaraya en çok şaşıran kocası oldu. Çünkü karısı her şeyden haberdardı. Sabahleyin kardeşiyle konuşmuş ve annesinin birkaç gün onlarda kalmasını istemişti. Kaynı, gideceği tatile annesini götüremezdi tabi. Fakat kocasının bütün bunlardan haberi yoktu. Karısı da kabul etmiş, hatta annesinin odasını çoktan hazırlamıştı. Kaynı içeriye girip oturmadı bile. Annesine hoşça kal, kardeşine görüşürüz dedi ve aceleyle çıktı. Sanki, karar değiştirip, hayır annem bizde kalamaz diyeceklerinden korkuyormuş gibi.
Yaşlı kadın odanın hiç kullanılmayan köşesindeki koltuğa usulca oturdu. Düşünmeye başladı, oğlumun el çantasıyken bir zamanlar, fırlatılmış çekyatın kenarına; şimdi kızımın el çantasıyım, oğlum fırlattı beni damadımın yanına. Hoş geldin, nasılsın anne dedi kızı. Ağabeyinin karısı, diye söze başladı, çünkü kızım dese şu andan itibaren yanında kalacağı gerçek kızı alınır ve kendisine bundan dolayı kötü davranabilirdi. ‘ Sadece yoğurt ve su verdi bana, hiç iyi bakmadı, hep hasta oldum.’ Bu cümlelerle kanatmak istedi, bir zamanlar kanayan anne yüreği yerine kızının yüreğini. Açılan her acı kapısı ardında daha fazla merhametle karşılanacağını düşünüyordu. Sığamıyordu artık hiçbir limana. Bu durumda yapılacak en mantıklı iş ise limanın yakınlarında demirlemekti.Sonra damadına döndü, sen nasılsın oğlum, dedi. Sustu ve dikkatlice bu yatırımın getirisini dinlemek istedi. Oğlum demek evinde kaldığı bir yabancıya, sızlamayan dizlerine ve olmayan kireçlemesine, hatta canından bezdiren uydurma kemik erimesine biraz daha ilgi tohumu atmaktı. Damat, iyiyim anne, sağ ol, dedi. Tamam, bu iş diye geçirdi içinden ve açılmışken elleri biraz daha istemeye devam etti; on beş günlüğüne geldim, sonra gelip alacaklar beni. Ve sonra başını öne eğerken, on beş gün sonra gelip bulamayacaklar beni diye geçirdi içinden.
Tekrar damadına baktı, duymamıştı. Zaten kızını istemek için yapılan görüşmelerden bu yana hiçbir muhabbetleri bu uzunluğu geçmemişti. Damadının bacaklarını üst üste atıp televizyonun sesini biraz daha açmasına hiç şaşırmadı. Tekrar başını öne eğmeden önce gözlerini damadınınkilere yol arkadaşı etti. Fakat tek derdi, yaşama doymadan ölümü arzular olmak olan birinin ilgisi çekmiyordu; yaşadığını düşünmesi için koyunların önlerine atılan yalancı oyunlar. Gözlerini kendi hallerine bıraktığında onlar adresi bulmuşlardı. Çünkü çok uzun zamandır eteklerinden başka hiçbir yer görmemişlerdi. Bir an ağlamak istedi fakat gözleri isyan etti, hala alışamadın mı, durum artık bu diyerek. Bir damlayı bile ona çok gördüler Kızının besleme görevi başlamıştı. Bir tabağa dilimlediği
kavunları getirip koydu önüne. Usulen bile olsa, yer misin? diye sormadan. Kavunlara daldı gözleri, teşekkürü ve ne gereği vardıyı ekledi. Ardından, ben yiyemem ki, şekerim azıyor acizliğiyle sessizliğe doğru sürüklendi. En küçüklerinden bir dilimi ağzına götürdü. Neden diye geçirdi içinden, neden tadacağım ilk kavun değil de, tattığım son kavun olma adayları bunlar. Kızına baktı, sonra torununa. Hayatı sanki kare kare gözlerinin önünde duruyordu. Geçirdiği dönemleri biraz kıyafet değiştirmiş şekliyle tekrar izledi.
Bir iç geçirip, senin yaşında olsaydım diye başladı söze kızına bakarak. Kızı kafasını ona çevirip, evet anne, dedi. Aklına hiçbir şey gelmemiş olacak ki sustu. Sonra torununa dönerek; senin yaşında olsaydım, diye söze başladı. Evet anane, diye karşılık verdi torunu. Yine aklına bir şey gelmemiş olacak ki tekrar sustu. Acımasızca yüzüne fırlatılan bu iki sıfat arasında sıkıldı, sıkıştı ve anladı. Artık zamanı gelmişti, kendisine en çok yakışacak üçüncü ve ebedi sıfatın. Anne, anane, rahmetli… Evet, anane ne yapardın? diye yineledi torunu. Gençlerin yaşlıları biraz daha sevimli bulmalarının verdiği alaka ve ısrarla. Çünkü onlar henüz bir yaşlının altını değiştirmediler gecenin bir yarısı. Heyecanlandı, torununa doğru döndü, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle sustu ve verecek bir cevap düşünmeye başladı. Fakat yaşadığının kanıtı olan bu alakaya verecek bir cevap bulamadı. Hafif bir sinirle söze başladı, dayın beni hiçbir yere çıkarmadı ki senin yaşında olan birisi şimdi ne yapar bileyim. Annen yaşlarında olduğumdan beri gördüğüm tek şey, dört duvar, seccade ve banyo lavabosu. Tekrar başını öne eğdi. Ama burada muhabbeti keserse biliyordu ki gece yarısına kadar, anne yatağını hazırladım, cümlesinden başka bir ses duymayacaktı. Onun için sürdürmek istedi, sanırım inekleri otlatmaya götürür sonra da kırda ip atlardım, dedi. Torunu gülerek, anane burada ne inek var ne de kır, dedi. Yaşlı gözleri tekrar adrese yollanmıştı. Bir eliyle bağdaş kurmuş dizlerini okşamaya başladı, diğeriyle de tespihini çekti gözleri eteğinde. Başörtüsü dolmaya başlayan gözlerini gizliyordu. Zaten oturduğu bu açıdan, istemedikten sonra, evin diğer bireyleriyle göz göze gelmesi zordu. Düşüncelerine bu kez ortaktı gözyaşları, inci inci dökülmeye başladı yanaklarına. Elleri ise gözyaşları eteğine düşmesin uğraşındaydı. Artık zamandan, kırlarda ip atlamak yerine eteklerinden inci toplamak düşmüştü payına.
Ey koca dağ, ey efendi diye feryat etti bir an, derinden ve sessizce. Giderken neden beni bu ineksiz, harmansız yerde bir başıma bıraktın. Ben sığardım, kıvrılırdım bir köşeciğe, yine beraber koyardık başımızı ebedi yastığımıza. Kükredi, perçinlenmiş eller ve mühürlenmiş diliyle. Damadının sesiyle irkilerek esaretine döndü acılı krallığından. Nedir bu kadar reklam ya. Karısı karşılık verdi, hiç sorma ya, reklam arası dizi izliyoruz. Yaşlı kadın bir an sevindi. Aslında onun düşündüğü kadar kötü değildi ilişkileri. Ara sıra ortak düşünceleri oluyor ve sohbet edebiliyorlardı. Ne yazık ki bu fazla sürmedi. Şimdiye kadar en son yatan damat soğuk bir iyi geceler dileğinin ardından odasına çekildi. Çocuğunu yatırdıktan sonra annesinin yatağını da hazırlayan kadında annesine yerini gösterip kocasının izinden gitti. Hasta ve yaşlı olan bir kadından daha iyi gelebilir bazen sağlıklı, genç fakat aptal biri. Büyükanne yatsının sünnetini yeni selamlamıştı. Kulağına gelen fısıltıları dikkatle dinlemeye başladı. Bu sesler kızının yatak odasından geliyordu. Eşlerin, aslında duyulmasını pek istemedikleri belli olan sessizlikte cümleler kullanılarak, bir tartışmaya tutuştuklarını anladı. Kendisinin oraya gelmesinden şikâyetçi olan damadın kızına yakındığını düşündü. Aynı tartışmaya kulak misafiri olan çocukta sabahki yaramazlığının tartışıldığını düşünüyordu. Aslında ikisi de yanılmıştı. Çünkü kızı kocasının çok ilgisiz olduğundan şikâyetçiydi ve kocası da, asıl ilgisizin karısı olduğunu savunuyor, kaç haftadır bir gömlek bile ütülemediğinden şikâyet ediyordu. Bu tartışma ananeyi kendi gelinlik zamanlarına götürdü. Kocasının askerde olduğu dönemde iki çocuğuyla birlikte, kaynı ve eltisiyle aynı evi paylaşıyorlardı. Hasat mevsiminin herhangi bir iş günü sonrası akşam yemeği yenmiş ve birkaç komşu ağırlamaktaydılar. Kızı eltisinin kızıyla oynarken ona, zillinin kızı, demişti. Bunu duyan eltisi ki tam bir eltiydi, çocuğa çıkışmaya başladı, sana kim öğretiyor bunları, asıl odur zilli olan. Lafın kendisine geldiğini anlayan kadın çocuğunu kucağına alıp, aman sende ya, o daha çocuk ne bilir zilliyi falan, dedi. Bu sözü dinlemeyen elti çoktandır aradığı kavga bahanesini bulmuşken susmaya hiçte niyetli değildi. Uzattıkça uzatmıştı. Kocası olmadan evde bir sığıntı gibi kaldığını düşünen kadında sustukça susmuştu. Misafirler de araya girmeye çalışmışlar fakat onlar da bu öfkeden nasiplerini almışlardı. Bu sırada kaynı da kapının eşiğine sinmiş onları dinliyordu. Doğrusu kaynından sadece onlar değil bütün köy korkardı. Çünkü pek akıllı olduğu söylenemezdi. Bir hışımla odadan içeri daldı. Misafirleri kovaladıktan sonra, tehditler ve küfürler savurarak küreğin sapını çıkarmaya başladı. Az sonra neler olacağını tahmin eden karısı çoktan çoğunu alıp kendini başka bir odaya kilitlemişti bile. Komşular ise, bir elleriyle birbirlerini kapıya doğru itip diğer elleriyle de başörtülerini çene altında tutmaya çalışarak kaçıp gitmişlerdi.
Korkudan eli ayağına dolaşan gelin ne yapacağını bilmeden odanın içinde bir sağa bir sola kaçışıyordu. Sonunda çıkış kapısının aralık olduğunu fark edince oradan dışarı kaçtı. Gece karanlığında, şuursuzca sokak sokak koşup durdu. Daha sonra kapısının aralık kaldığını fark ettiği komşularının damına girdi. Çuvalların arasına uzanıp dua etmeye başladı. Kaynının onu bulması çok zor olmamıştı. Gelin, kaynının dama girip de ışığı yakmasıyla, aslında pek de iyi saklanamadığını fark etti. Çuvalların yanında apaçık meydanda kalmıştı. Ve hemen ardından birkaç gün yatıracak dayak geldi. Elindeki kürek sapıyla hiç acımadan neresine gelirse vurmuştu. Komşular feryatlarına koşup gelmiş ve kurtarmışlardı onu. Fakat biraz geç kalmışlardı. Çünkü kafasına aldığı darbelerden dolayı gözleri artık görmüyordu. Köyün doktoru olan kocakarının tavsiyesine uymuşlar ve bir karatavuğu ezip çaputa sarmışlar. Sonrada gelinin başına koymuşlardı. Üç gün öylece yatmış. Ve sonra yeniden görmeye başlamıştı. Hayalinin ardından yüzünde bir tebessüm belirdi. Aslında bu dayak, şu an içinde bulunduğu sığıntılığından çok canını acıtmamıştı. Şimdi kendi istediğinde bile yatamazken, hiç olmazsa o, kendi evinde yediği, kendi dayağıydı. Sonunda dayak yemek bile olsa, o zamanlar başkasının izni olmadan bir şeyler yapabiliyordu.
“Anne geç oldu, ışığını kapat da yat artık”
Özer Turan, Kendime El Salladım kitabından
İZDİHAM