En yalın ifadeyle şu an aranızda bulunmaktan ne kadar mutlu olduğumu ve Nobel Edebiyat Ödülü’ne beni layık gördüğünüz için son derece müşerref olduğumu söylemek istiyorum.
Bu denli kalabalık bir topluluğun önünde ilk kez konuşma yapıyorum ve bu sebeple biraz tedirginim. Bir yazar için böyle bir konuşma yapmanın çok kolay ve doğal olacağı düşünülür. Oysa bir yazar –yahut en azından bir romancı- söz ile zor bir ilişki kurar. Ve eğer konuşma ve yazma arasındaki akademik ayrımı hatırlayacak olursak; bir romancı, “sözlü”den ziyade “yazılı” yeteneğe haizdir. Roman yazarı susmaya alışkındır ve eğer bir atmosfere nüfuz etmek istiyorsa, kalabalığa karışmak zorunda kalır. Çaktırmadan konuşmaları dinler ve eğer ortama dahil olması gerekirse, bu müdahale daima etrafındaki kadın ve erkekleri daha iyi anlamak amacıyla müphem sorular sormak içindir. Yazarken sözcüklerin üstünü karalama alışkanlığından olsa gerek, yazarın sözü müterreddittir. Elbette, birçok düzeltmeden sonra, tarzı daha berrak görünebilir. Ama söz aldığında, çekingenliğinin üstünü karalamak gibi bir şansa sahip değildir.
Ayrıca; ben bazı nadir anlarda, o da ancak izin istenirse, çocukların söz almasına müsaade edilen bir nesle aitim. Ne var ki, bu şartlar dahilinde bile çocukların pek sözü dinlenmez ve sıklıkla sözleri kesilirdi. İşte bu gibi etmenlerin sonucunda da bazılarımız hitabet sanatında kısır kalırız, bazen çekingen, bazen son derece hızlı bir tonda konuşmak da sözünüzün her an kesilebileceği korkusundan kaynaklanır. Bendeki bu yazma tutkusunun da, birçokları gibi, çocukluktan çıkma arzusundan kaynaklandığı şüphe götürmez. Yetişkinlerin en azından yazdıklarınızı okuyacağını umarsınız. Böylece size müdahale etmeden sizi dinlemek zorunda kalacaklar ve yüreğinizde ne taşıdığınızı sonunda anlayabileceklerdir.
“Bir romancı hiçbir zaman kendi okuru olamaz”
Bu ödülün ilanı bana gerçek değilmiş gibi göründü ve neden beni seçtiğinizi bilmek için sabırsızlanmaya başladım. O gün, daha önce hiç hissetmediğim kadar, bir romancının kendi eserlerine karşı ne kadar da kör olabileceğini ve de okurlarının, yazdıkları üzerine bir yazardan daha fazla şey bildiğini hissettim. Bir romancı hiçbir zaman kendi okuru olamaz, sadece el yazmalarındaki sözdizimi hatalarını düzeltip, tekrarlamaları ya da fazladan bir paragrafı silebilir. Bir ressamın iskelenin üzerine uzanıp tavana yaptığı fresklerin her bir ayrıntısı üzerinde, bütün bir yakınlıkla çalışması ve o an resmin bütününe hakim olmaması gibi bir yazar da kitapları hakkında sadece muğlak ve kısmi bir kavrayışa sahiptir.
Yazmak, yalnız yapılan tuhaf bir iştir. Bir romanın ilk sayfalarını yazarken cesaretinizin kırıldığı anlar olur. Her geçen gün, yanlış bir yolda ilerlediğiniz izlenimine kapılırsınız. Ve o anlarda geriye dönüp farklı bir yola sapmak eğiliminin cazibesine kapılırsınız. Oysa bu ayartmaya gönül indirmemeniz ve yola kaldığınız yerden devam etmeniz gerekir. Bu durum arabanın direksiyonunda olmaya benzer; kış ortasında, geceleyin, buzlu bir yolda görüş mesafenizi yitirmiş gibisinizdir. Başka seçeneğiniz de yoktur, çünkü geriye dönemezsiniz; kendi kendinize sislerin elbet dağılacağını, sonunda daha stabil bir yere varacağınızı söyleyerek yola devam etmeniz gerekir.
Bir kitabı bitirme noktasında, onun sizden kopup gitmeye ve hali hazırda, tatilden bir önceki günde sınıftaki çocuklar gibi özgürlüğün havasını solumaya başladığını sanırsınız. O çocuklar ki, dalgın ve gürültücü olup öğretmenlerinin sözünü dinlememeye başlarlar. Hatta diyebilirim ki son paragraflara geldiğinizde, kitap özgürlüğünü ele almak için size karşı bir nevi düşmanlık bile hissedebilir. Daha son sözcüğü yazıyorken, kitabın sizi terk edip gittiğini hissedersiniz. Artık bitmiştir, size ihtiyacı yoktur artık, şimdiden unutmuştur sizi. Bu noktadan sonra artık okurlar onu ele alacaktır. O anda büyük bir boşluğa düşersiniz ve terk edilmişlik duygusuyla kıvranmaya başlarsınız. Dahası kitapla aranızda gelişen ve çok hızlı aşılan bu bağ sebebiyle bir nevi tatminsizlik de hissedersiniz. Bu tatminsizlik ve yerini bulamamış bir şeylerin olduğu duygusu, yeniden dengeyi bulmak için sizi bir sonraki kitaba sürükler. Ama hiçbir zaman sonuna dek gidemezsiniz. Yıllar geçtikçe, kitaplar birikir ve okurlar bir “külliyat”tan bahsederler. Ama sizin hissiyatınız, uzun bir geriye dönüşten başka bir şey değildir.
Evet, okur kitabı hakkında yazarın kendisinden daha çok şey bilir. Bir romanla okuru arasında, dijital fotoğraf makineleri çıkmadan önceki dönemdekine benzer bir analog süreç söz konusudur. Karanlık odadan çıktığı andan itibaren, fotoğraf yavaş yavaş belirginleşmeye başlar. Bir romanı okurken ilerlemek de, aynı kimyasal süreci takip eder gibidir. Ancak yazar ve okuru arasında böyle bir bağ oluşması için, yazarın okurunu katiyen zorlamaması gerekir –bu, bir şarkıcının sesini hiçbir zaman zorlamaması gerekliliğine benzer-; ne var ki onu hissettirmeden eğitmesi ve kitabın okura nüfuz etmesi için yeterli alanı tanıması gerekir, ve bu da akupunktura benzeyen bir sanattır, iğneyi çok belirgin bir alana batırmanız yeter ve enjeksiyon, olması gerektiği gibi sinir sisteminin bütününe nüfuz eder.
“Her yeni kitap, yazılma anında, bir öncekini siler”
Romancı ve okuru arasındaki bu mahrem ve bütünleyici ilişkinin, öyle sanıyorum ki bir benzeri de müzik alanında görülür. Her zaman, yazmanın müziğe yakın olduğunu düşünmüşümdür ne var ki müzik kadar saf bir sanat dalı değildir edebiyat ve daha üstün bir sanatı icra ettikleri için müzisyenleri ve müzisyenlere romancılardan daha yakın oldukları için de şairleri hep kıskanmışımdır. Çocukluğumda şiir yazmaya başlamıştım ve şüphesiz bu sayede bir yerlerde okumuş olduğum şu özdeyişin anlamını çok daha iyi kavradım: “Kötü şairler olmasa iyi yazarlar da olmazdı”. Ayrıca, edebiyatı müzikle karşılaştırmaya devam edersek; bir romancının bir kitabından diğerine, sanki bir müzik kompozisyonunda tekrar eden ritimlere benzer bir şekilde aynı karakterleri, manzaraları, sokakları buluruz; ne var ki bu mükemmel olmaktan uzak bir kompozisyondur. Böylece romancıda; saf bir müzisyen olamadığı ve Chopin’in Noktürnler’ini besteleyemediği için derin bir pişmanlık doğar.
Bir romancının kendi külliyatı karşısındaki kavrayış ve eleştirel mesafe eksikliği, hem kendi durumumda hem de başkaları için fark ettiğim bir olguya işaret eder: her yeni kitap, yazılma anında, bir öncekini siler; öyle ki ben, yeni bir kitap yazarken bir önceki kitabımı unuturum. Kitaplarımı, aralıksız bir biçimde arka arkaya, birbirini takip eden unutma haliyle yazdığıma inanırdım; ne var ki sıklıkla aynı suretler, aynı isimler, aynı yerler ve aynı cümleler birinden diğerine, sanki yarı uyku sırasında dokuduğunuz bir kilim deseni gibi kendini tekrarlayan motiflere dönüşür. Bu bir tür “yarı-uyku” ya da “uyanık-bir-rüya” halidir. Roman yazarı bir uyurgezerdir, yazması gerekenin içine girdikçe, sanki onun uykusunda bir caddeyi geçerken ezileceğinden korkulur. Ama nedense, çatıların tepesinde yürüyebilen ve boşluğa düşmeyen uyurgezerlerin de olduğunu aklımıza getirmeyiz.
Nobel ödülünün anonsuna eşlik eden bildiride, son dünya savaşına atıf yapan şu cümle ilgimi çekti: “İşgal zamanlarının örtüsünü kaldıran yazar”. Ben de tüm 1945 yılında doğanlar gibi, bir “savaş çocuğu”yum, daha belirgin bir ifadeyle söylersem doğum yerim Paris olduğu için, ben “İşgal yıllarının Paris’inde doğmak zorunda kalan” bir çocuğum. Sözünü ettiğim Paris’i yaşayan insanlar, bu durumu hızla unutmayı tercih ettiler, ya da daha iyisi sadece gündelik ayrıntıları, günlük hayatın öncekinden, yani normal zamanlardan çok da farklı olmadığı yanılsamasını hatırlamak istediler. Hayatta kalanlar için bu dönem kötü bir rüya veya bir tür vicdan azabı gibi yaşandı. Ve daha sonra çocukları o dönemi ve o zamanların Paris’ini sorgulamaya başladıklarında, ebeveynlerimiz muğlak cevaplar vermekle yetindiler. Ya da bu kasvetli yılları hafızalarından kazımak ve bir şeyleri hasıraltı etmek adına sorulara sessizlikle yanıt vermeyi tercih ettiler. Halbuki anne-babalarımızın sessizliğine rağmen, biz tüm olanları sanki kendimiz yaşamışız gibi bilebiliyorduk.
İşgal yıllarının Paris’i, “kendi varlığından kaçan” bir şehir
İşgal Paris’i tuhaf bir şehirdi. Görünürde, hayat “önceki gibi” devam ediyordu: tiyatrolar, sinemalar, müzikholler ve restoranların kapıları açıktı. Radyoda şarkılar çalınıyordu. Hatta savaş-öncesi döneme göre sinema ve tiyatroların daha çok seyircisi vardı, sanki bu yerler insanların birbirilerini bulup dış dünyadan saklandıkları ve kendilerini güvende hissettikleri sığınaklardı. Ne var ki; araçların yokluğu gibi alışılmadık ayrıntılar Paris’in eski Paris olmadığını imliyordu, sessiz bir şehirdi artık Paris, öyle bir sessizlik ki ağaç dallarının hışırtılarını, at nallarının çıkardığı sesleri, bulvarlardaki kalabalıkların ayak seslerini ve insanların uğultularını duyabiliyordunuz. Sokakların sessizliğinde, kışın saat beş olmadan gelen ve pencerelerde en ufak bir ışığın bile yasak olduğu karartma gecelerinde, bu şehir kendinden bile kaçardı, işgalci nazilerin dediği gibi “görünmez şehir”di artık Paris. Yetişkinler ve daha çocuk yaştakiler hiçbir iz bırakmadan bir anda ortadan kaybolabilir, dost meclislerinde bile yarım ağızla konuşulur ve ağır bir tehdit havası solunduğundan, sohbetler hiçbir zaman açık sözlü olamazdı.
Her an bir ihbarın yahut metrodan çıkarken karşılaşabileceğiniz bir polis aramasının kurbanı olma riskinin hüküm sürdüğü bir kâbusun Paris’inde, barış zamanlarında asla karşı karşıya gelmeyecek insanlar tesadüfen karşılaşır; sokağa çıkma yasağı günlerinin gölgesinde bir sonraki gün buluşabilecekleri bile belirsiz çiftler arasında eğreti aşklar doğardı. Ve sıklıkla yarınsız kalacak bu buluşmaların, bazen de uğursuz karşılaşmaların ertesinde işgal dünyasına yeni çocuklar doğardı. İşte bu sebeple İşgal yıllarının Paris’i benim için her zaman “hususi bir gece” olmuştur. O olmasaydı, ben olmazdım. Sözünü ettiğim Paris peşimi hiçbir zaman bırakmadı ve onun müphem ışığı kitaplarımın yolunu aydınlatmaya devam etti.
İşte bu yüzden; doğrudan bir biçimde politik eyleme katılmasa, hatta tek başına çıktığı “fildişi kulesi”nde yaşadığını iddia etse bile, bir yazar inkar edilemez bir şekilde doğum tarihi ve içinde yaşadığı zamanın ruhuyla belirlenir. Velev ki şiir yazıyor olsun, yine yaşadığı zamanın imgesi mısralarına siner ve başka bir dönemde yaşasa yazamayacağı satırları yazar.
Bu minvalde, büyük yazarlardan birisi olan İrlandalı Yeats’in, Coole’da Yabanıl Kuğular (İng. The Wild Swans at Coole) adlı şiiri de beni oldukça etkileyen metinlerden biridir. Yeats, bir parkın havuzunda yüzen kuğuları seyre dalar:
İlk sayışımdan bu yana
Geçen on dokuzuncu sonbaharım;
Gördüm, aniden havalanıverdiğini hepsinin,
Saymam kalmıştı yarım,
Ve patırtılı kanatlarıyla yükseldiler
Büyük bozuk dairelerle dönerek dağıldılar.
O parlak canlıları seyre daldım,
Şimdi acılarla dolu yürek.
Her şey değişti, alacakaranlıkta,
O sahilde, ilk kez dinleyerek
Başımın üstündeki kanatların çıngırak seslerini,
Hafif adımlarla yürüyüşümden beri.
Ondokuzuncu Yüzyıl şiirinde de, -mesela Baudelaire’de yahut Mallarme’de-, sık rastlanan bir ögedir kuğular. Ama Yeats’in bu şiiri ondokuzuncu yüzyılda yazılamazdı. Kendine has ritmi ve melankolisiyle, yirminci yüzyıla hatta tam olarak yazıldığı yıla aittir bu şiir.
Bazen yirmibirinci yüzyıl yazarı da kendini kendi zamanının tutsağı gibi hissedebilir ve ondokuzuncu yüzyılın, Balzac, Dickens, Tolstoy, Dostoyevski gibi büyük romancılarını okurken bir tür nostalji hissine kapılabilir. O dönemde, zaman bugünkünden çok daha yavaş bir biçimde akıyor ve bu yavaşlık romancının işine yarıyordu, zira enerjisini ve dikkatini daha iyi toplayabiliyordu. O günden bugüne, zaman hızlandı ve düzensiz bir biçimde ilerlemeye başladı; katedrallerin mimarisinden aşina olduğumuz, geçmişin o romanesk bütünlükleri ile bugünün süreksiz ve parçalara ayrılmış eserleri arasındaki farkı açıklayan da işte bu durumdur. Bu açıdan bakıldığında; ben ara bir nesile aitim ve internetle, cep telefonuyla, e-posta ve tweet’lerle doğan, herkesin süresiz “bağlantıda” olduğu, “sosyal ağlar”ın daha yakın zamanlara kadar bizler için önemli bir zenginlik olan mahremi ve insanlara bir derinlik kazandıran gizemi yerle yeksan ettiği ve bu durumun büyük bir romanın konusu olabileceği bir dünyayı, sonraki nesillerin de edebiyat aracılığıyla nasıl ifade edeceğini merak ediyorum. Yine de edebiyatın geleceği konusunda iyimser olmak istiyorum ve geleceğin yazarlarının Homeros’dan beri her kuşağın yaptığı gibi bir önceki nesilden bayrağı devralacağına inanıyorum.
Bunun ötesinde, tüm sanatçılar gibi bir yazar da dönemine sıkı sıkıya bağlıdır, ondan gayrı nefes alamaz ve “zamanın ruhu”ndan kaçıp kurtulamaz, buna rağmen eserinde ebedi bir taraf da vardır. Racine’in ya da Sheakspeare’in piyeslerinde, karakterler ister tarihi kıyafetler giysinler, isterse bir yönetmen onları kot ve deri ceketle sahneye çıkarsın sonuç değişmez. Bunlar önemsiz ayrıntılardır. Tolstoy’u okurken, yüzelli yıl sonra bile bize o kadar tanıdık gelebildiği için Anna Karenina’nın 1870’lerin kıyafetlerini giydiğini unuturuz. Ayrıca Edgar Allan Poe, Melville ya da Stendhal gibi bazı yazarlar da ölümlerinden iki yüzyıl sonraki okuyucuları tarafından yazdıkları dönemdekinden daha iyi anlaşılabilmişlerdir.
“Tolstoy tasvir ettiği gökyüzüyle gördüğü manzarayı birbirine karıştırır”
Nihayetinde, bir romancı hangi mesafede durur? Tarif edeceği hayatın neresindedir yazar? Çünkü eğer hayata çok dalmışsanız –yani yaşama eylemine- hayat hakkında muğlak bir imgeye sahip olursunuz. Ancak, yazara ilham veren gerçek hayattaki bireylere ve kurmaca karakterlere bir adım mesafe alması onlarla özdeşleşme yetisine sahip olmasını da engellemez. Flaubert “Madam Bovary benim” demiştir. Ve Tolstoy, Rusya’nın bir garında kendini trenin altına atan bir kadını gördüğü anda kendini onla özdeşleştirebilmiştir. Ve bu özdeşleşme meziyeti onda o kadar gelişkindir ki, Tolstoy tasvir ettiği gökyüzü ile gördüğü manzarayı birbirine karıştırır ve karakterine o denli nüfuz eder ki Anna Karenina’nın en hafif bir kirpik hareketini bile anlatısına katabilir. Bu ikili varoluş narsizmin zıddıdır, zira yazar bir yandan işi kendini unutmaya kadar vardırırken öte yandan en ince ayrıntıyı bile özümseyebilmek için tüm benliğiyle yazdığına odaklanır. Bahsettiğim bu durum bir tür yalnızlığı da içerir. Bunu kendi içine kapanma olarak değil de, yazıya aktarmak için dış dünya karşısında pür dikkat kesilmek ve bütün bir kavrayış kabiliyetine sahip olmaya çalışmak şeklinde düşünmemiz gerekir.
Her zaman şair ve yazarların, gündelik hayatta su altında kalmış gibi görünen varlıklara, sıradan görünen şeylere gizem kattıklarına inanmışımdır ve bunun için büyülenmiş gibi yoğun bir dikkatle gözlem yapmaları gerektiğini düşünürüm. Onların bakışları altında, hayat kendini açar ve sanki derinliklerde saklanan ve ilk bakışta görünmeyen şeyler ışıl ışıl parıldamaya başlar. Bu romancının ve şairin, aynı zamanda bir ressamın da hayattaki rolüdür; her bir kişinin en derininde yatan gizemleri ve parıltıyı açığa çıkarmak. Bunu söylerken uzaktan akrabam olan ve en heyecan verici tablolarının sıradan insanların, sokakta karşılaştığı kadın ve çocukların, hizmetçilerin, küçük çiftçilerin, çırakların resimleri olduğu, Amedeo Modigliani’yi düşünüyorum. Bu tabloları, Boticelli’nin ve Quattrocento adı da verilen 15. Yüzyılın Sienalı ressamlarının da dâhil olduğu büyük Toscana geleneğini hatırlatacak biçimde keskin bir tarzda resmetmiştir. Bu şekilde, mütevazı görünüşleri altında resmettiği bu insanlara bütün bir soyluluk ve zerafet kazandırmış, ya da daha doğrusu zaten sahip oldukları bu özellikleri ortaya çıkarmıştır. Bir romancının yapması gereken de işte tam olarak budur. Hayalgücü, gerçeği çarpıtmaktan ziyade, gerekirse kızılötesi ve ultraviyolet ışınlarının gücünü kullanarak görünürün ardında saklananın derinine nüfuz etmeye çalışmalı ve var olan hakikati açığa çıkarmalıdır. Ve hatta bu açıdan bir yazarın, bir kâhinden yahut gönül gözüyle gören bir mistikten çok farklı olmadığını da söylemekten çekinmiyorum. Belki de yazarın hissedilemez minimal hareketleri kayda geçen bir deprembilimci olduğunu bile iddia etmemiz mümkündür.
Ben hayran olduğum bir yazarın hayat hikâyesini okumadan önce her zaman bir tereddüt hissederim. Biyografi yazarları bazen küçük ayrıntılara, bazen kesin olmayan tanıklıklara, şaşırtıcı ya da hayal kırıklığına uğratan kişilik özelliklerine odaklanırlar ve tüm bunlar bana radyoda eskiden duyduğumuz ve müzikle şarkının sözlerinin duyulmasına mani olan cızırtıları hatırlatır. Sadece yazarın kitaplarının okunması, bizi yazarın mahrem yanına götürür ve bir yazar ancak bu noktada kendisidir, kitaplarında yazar bir dış etken araya girmeden bizimle doğrudan ve kısık sesle konuşabilir.
Ama bir yazarın biyografisini okurken, çocukluğunu belirleyen ve gelecek eserlerinin de çıkış noktası olacak, ancak kendisinin bile tam bilincine varamadığı bir olayı keşfederiz, bu önemli olay farklı biçimler altında sık sık kitaplarına sızar. Bugün düşündüğümde, bir yazar değil ama bir yönetmen olan ancak filmleri tutarlılık ve etkileyicilik açısından romanlardan hiç de geri kalmayan Alfred Hitchcock aklıma geliyor. Oğlu beş yaşındayken, Hitchcock’un babası onu komiser olan bir arkadaşına yazdığı mektubu teslim etmekle görevlendirir. Çocuk gidip mektubu babasının arkadaşına teslim eder ve komiser çocuğu binada bulunan ve adına nezarethane de denilen, içinde her türlü suçlunun bulunduğu parmaklıklı bölüme hapseder. Dehşete kapılan küçük çocuk bir saat orada kalır ve sonra komiser gelip “İşte eğer hayatta iyi olmazsan, başına neyin geleceğini şimdi biliyorsun” diyerek çocuğu oradan çıkarır. Gerçekten tuhaf bir eğitim anlayışına sahip olduğu belli olan bu komiser, hiç şüphe yok ki, Alfred Hitchcock’un tüm filmlerinde gördüğümüz gerilim ve şüphe ikliminin kaynağıdır.
“Benim çocukluğum da, çok sonraları bana gizemli göründü”
Sizi kendi özel hayatımla sıkmak istemem ama inanıyorum ki çocukluğumun kimi bölümleri çok sonraları kitaplarıma esin kaynağı olmuştur. Sıklıkla kendimi ebeveynlerimden ayrı bulurdum, beni emanet ettikleri ve haklarında hiçbir şey bilmediğim aile dostlarının yanında ve birbirini izleyen çeşitli adreslerde ve evlerde yaşadım. Yaşadığı sırada, bir çocuk bunların hiçbirine şaşırmıyor hatta pek alışkın olmadığı durumlar bile, ona son derece doğal gelebiliyor. Benim çocukluğum da, çok sonraları bana gizemli göründü ve işte bunu anladıktan sonradır ki yanında yaşadığım insanlar ve hayatımın sürekli değişen dekorları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya çalıştım. Ancak, ne bu insanların birçoğunun kim olduğunu, ne de geçmişte kalan bu evlerin ve bulundukları yerlerin haritanın neresine düştüğünü öğrenebildim. Bu gizemleri açığa çıkarma, hayatımın sır perdesine bir delik açma isteği ve bunu bir türlü başaramamak, yazma arzusu duymama sebep oldu, belki de yazma ve hayalgücü bu gizemleri açığa çıkarmamda bana yardımcı olabilirdi.
Ve “gizem” söz konusu olduğu için, sanırım, bir çağrışımla aklıma ondokuzuncu yüzyılda yayınlanan bir romanın ismi geldi: Les mystères de Paris (Tr. Paris’in Gizemleri). Büyük şehir, bu durumda doğduğum şehir Paris, ilk çocukluk izlenimlerimde önemli bir yer teşkil eder ve bu izlenimler o denli kuvvetli ki o günlerden bu yana “Paris’in Gizemleri”ni keşfetmeyi hiç bırakmadım. Dokuz ya da on yaşımdayken, kaybolmaktan korkmama rağmen yalnız başıma dolaşmaya çıkardım, her seferinde daha uzağa, Seine nehrinin sağ tarafında bulunan tanımadığım semtlere kadar giderdim. Gün ortası olması beni rahatlatırdı. Ergenliğin başında, korkumu yenmeye çabaladım ve geceleri de bu maceraya atılmaya, metroyla daha da uzak semtlere kadar gidip oraları dolaşmaya karar verdim. İşte bir şehrin çıraklığı da böyle yapılır ve bu anlamda, hayran olduğum yazarların birçoğunun izinden giderek söylersem, ondokuzuncu yüzyıldan beri büyük şehir –adının Paris, Londra, Saint-Petersburg ya da Stockholm olmasından bağımsız olarak- yazarların ana temalarından birisi ve hikâyelerinin sahnesi konumundadır.
Edgar Allan Poe “Kalabalıkların Adamı” adlı öyküsüyle, kafe’lerin camlarının ardından gözlemlediği ve kaldırımlarda birbiri ardınca bitimsiz bir yürüyüşe çıkmış gibi görünen tüm bu insan kalabalıklarını anlatısına yansıtan öncülerden biri olmuştur. Bu öyküde tuhaf görünüşlü yaşlı bir adam anlatıcının dikkatini çeker ve onun hakkında daha çok bilgi edinebilmek için tüm gece Londra’nın farklı semtlerinde bu adamı takip eder. Ne var ki, kim olduğunu bilmediği bu adam “Kalabalıkların Adamı”dır ve onu izlemek nafiledir, çünkü o her zaman bir yabancı olarak kalacaktır ve onun hakkında hiçbir şey öğrenilemez. Onun bireysel bir var oluşu yoktur, o en yalın ifadeyle sıklaştırılmış saflar halinde geçip giden, dalga dalga yayılan ve caddelerde kayıplara karışan bu kalabalığın bir parçasıdır.
“Bir kentin topografyası sayesinde, bütün hayatınız belleğine yeniden kavuşur”
Ayrıca, şair Thomas De Quincey’nin tüm hayatını etkileyen gençlik dönemi aklıma geliyor. Londra’da, Oxford Street’in kalabalıkları arasında, büyük şehrin ayağımıza getirdiği tesadüflerinden biri sonucunda genç bir kadınla tanışır. Günlerce yanında olur bu genç kadın ve sonrasında şairin bir süreliğine Londra’dan ayrılması gerekir. Bir hafta sonrası için sözleşirler, genç kadın şairi her akşam aynı saatte Tichfield Street’in köşesinde bekler. Ama bir daha asla buluşamazlar. “Hiç şüphesiz zaman zaman birimiz bir diğerimizi ararken, aynı anda, Londra’nın devasa labirentlerinde bulunmuşuzdur; belki de aramızdaki mesafe sadece birkaç metredir, ebedi bir ayrılığa son vermek için o kadar bile gerekmiyordur belki de…”
Bir kentte doğanlar veya orada yaşayanlar için, yıllar geçtikçe, bir şehrin her semti, her caddesi, insanda bir anı, bir karşılaşma, bir acı, bir mutluluk hatırası uyandırır. Ve sıklıkla aynı cadde, birbiri ardına zihninize üşüşen hatıralara ev sahipliği yapar, öyle ki bir kentin topografyası sayesinde, bütün hayatınız tüm katmanlarıyla belleğine yeniden kavuşur, sanki bir palimpseste üst üste yazılan her bir katmanı çözermişsiniz gibi… Aynı zamanda başkalarının; kalabalık saatlerin caddelerinde yahut metro koridorlarında karşılaştığınız binlerce yabancının hayatı da yeniden belleğine kavuşur.
İşte bu sebeple, gençliğimde yazmama yardımcı olması için Paris’in eski telefon rehberlerini bilhassa da isimlerin sokak sokak, bina numaralarının da dâhil edilerek sınıflandırıldığı rehberleri bulmaya çalışırdım. Okuduğum her bir sayfanın üzerinde kentin röntgenine baktığım izlenimine kapılırdım -ama bu Atlantis gibi yok edilen bir şehirdi-, ayrıca aradan geçen yılların neticesinde o zamanın kokusunu da içime çektiğimi hissederdim. Bu onbinlerce tanınmayan insanın bu kente bıraktığı tek iz adları, adresleri ve telefon numaralarıydı. Bazen bir zaman sonra bir isim rehberden yok olurdu. Bu eski rehberlerin, artık arandığında yanıt vermeyecek telefon numaralarının yazılı olduğu sayfalarını karıştırmada baş döndürücü bir yan vardı. Daha sonra, Ossip Mandelstam’ın bir şiirindeki şu dizelere tutulmuş olmalıyım;
Hıçkırıkları bile tanıdık olan kentime geri döndüm
Çocukluğumun lenf bezlerinin, derimin altındaki damarların bile tanıdığı kente
Saint-Petersburg’a! (…)
Telefonumda numaraların kayıtlı
Petersburg! Ölülerinin seslerini tanıdım
Bir vakitlerin adresleri ceplerimde.
Evet, bana öyle geliyor ki Paris’in bu eski telefon rehberlerini karıştırırken bende ilk kitaplarımı yazma isteği uyandı. Bir yabancının ismini, adresini ve telefon numarasını fosforlu kalemle çizmek ve bu yüzbinlerce ismin arasında o kişinin nasıl bir hayat yaşadığını hayal etmek yetiyordu işte.
Büyük şehirde yolumuzu kaybedebilir ya da kayıplara karışabiliriz. Hatta kimlik değiştirebilir ve yeni bir hayat yaşayabiliriz. Elimizde yok olup giden bir semtteki bir ya da iki adresle yola çıkarak, uzun süren bir arayış sonrasında aradığımız kişinin izini bulabiliriz. Arama belgelerinde bazen aranan kişiye ait tek bilginin “İkamet ettiği son adres” olması beni her zaman etkilemiştir. Kayıp, kimlik, geçmiş zaman gibi temalar büyük şehrin topografyasıyla yakından ilintili konulardır. İşte bu yüzden, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana, bu temalar romancıların meskeni olmuş ve büyük yazarlar arasında yer alan en büyük yazarlardan bazıları da bir kentle özdeşleşmişlerdir: Balzac ve Paris, Dickens ve Londra, Dostoyevski ve Saint-Petersburg, Tokyo ve Nagai Kafu, Stockholm ve Hjalmar Soderberg gibi.
Ben adı geçen romancıların etkisine maruz kalmış ve kendi sırası geldiğinde Baudelaire’in “büyükşehirlerin dolambaçlı kıvrımları” dediği şeyi keşfetmeye çalışan bir neslin üyesiyim. Elbette, elli yıldan bu yana, yani benim çağımdaki genç yetişkinlerin şehri keşfederken güçlü duygular hissettikleri günlerden bu güne bu durum değişmiştir. Bu şehirlerin bazıları, Amerika’da ya da “üçüncü dünya” dediğimiz coğrafyalarda, endişe verici boyutlara erişerek “megakent” unvanını aldılar. Bu kentlerde yaşayanlar unutulmuş mahallelerde köşeye sıkışmış durumda ve alenen bir sosyal savaş ikliminde yaşıyorlar. Gecekondu mahallelerinin sayısı gittikçe artıyor ve bu mahalleler her yere yayılıyor. Yirminci yüzyıla kadar, romancılar kente dair bir anlamda “romantik” bir bakış açısına sahiptiler, aynen Dickens ya da Baudelaire’de olduğu gibi. Ve işte bu yüzden gelecekteki yazarların kurmaca eserlerinde bu devasa kentsel yoğunlaşmayı nasıl tasvir edeceklerini de çok merak ediyorum.
1945’de doğmak “beni bellek ve unutma konularına çok daha duyarlı kıldı”
Kitaplarım hakkında büyük bir yüce gönüllülükle şu tespitte bulunmuştunuz: “işgal dönemini ve en karmaşık insan hikâyelerini anlatan hafıza sanatını başarıyla uyguladığı için…”. Ancak bu iltifatın beni aşan bir yanı olduğunu söylemem gerekiyor. Geçmişin kimi karanlıklarını aydınlatmaya ve adı bilinmeyen insanların bilinmeyen topraklarda bıraktığı izleri bir araya getirmeye çalışan kendine has bu “hafıza sanatı”, aynı zamanda benim doğum yılım olan 1945 yılıyla da ilintilidir. Şehirlerin yerle bir edildiği ve bütün bir halkın tarih sahnesinden silinmeye çalışıldığı 1945’de doğmak, hiç şüphe yok ki beni de diğer yaşıtlarım gibi bellek ve unutma konularına çok daha duyarlı kıldı.
Maalesef kayıp zamanın izinde olmak, bana öyle görünüyor ki artık, Marcel Proust’un sahip olduğu kuvvet ve açıklıkla başarılamaz. Onun tasvir ettiği toplum halen belirli bir dengede olan ondokuzuncu yüzyıl toplumuydu. Proust’un belleği geçmişi en ufak ayrıntılarıyla, adeta yaşayan bir tablo gibi ortaya koyabildi. Ben bugün hafıza yahut bellek dediğimiz şeyin çok daha az güvenilir olduğunu ve bu sebeple de hafıza kaybına ve unutuşa karşı çok daha güçlü savaşması gerektiği izlenimindeyim. Her şeyi saran bu unutuş perdesinin ardında geçmişin sadece küçük parçalarını ele geçirmenin, belirsiz izleri takip etme ve kavranılamaz, yitip giden insan hikâyelerinin ardına düşmemiz gerekir.
Hiç şüphe yok ki bir romancının meselesi de; unutuşun o devasa beyaz sayfası karşısında, buzdağının görünmeyen kısmını yahut yarısı silinmiş kimi sözcüklerin hakikatini gün ışığına çıkarmaktır.
Çeviri: Soner Sezer
İZDİHAM