Pencereler, Geveze
Tadı tuzu yoktu yaptıklarının. Bir hayali, hedefi, istikameti yoktu. Var gibi görünüyordu, belki bir robot gibi, yaptıklarıyla takdir de görüyordu. Ama ne varsa ona hoş gelen, geçiciydi. Ona ait değildi ya da varılması gereken son değildi sanki.
Bence en duvar olduğu anlarda dahi bunun farkındaydı. Ama değiştirmek için hiçbir şey yapmıyordu.
O renksiz hayatındaki konfor alanına yapışıp kalmıştı.
Aklında yaşayamadıkları, elinde olan güzellikleri görmüyordu. Onun için bahsi bile gereksizdi.
Neydi ki sanki sahip oldukları?
Herkesin bir ailesi yok muydu?
Düzgün bir anne babası, kardeşi, eşi?
Herkes sahipti bunlara diye mi düşünüyordu acaba?
Halbuki sık sık andığı birkaç özel ismi dahi düşünse, bir şeyler fark edecekti. Bakmakla görmek arasındaki farktı bu. Anmak ile düşünmek. Tapınmak ve tefekkür etmek gibi.
Bunlar varlığına şükretmeye değer şeyler miydi? Tabi ki de öyle! Ama böyle düşünmesi…Daha doğrusu düşünememesine kadar acıydı.
Cin gibi, farkında, kendi hatalarının da çevresindeki hatalarının da.
Ama kayıtsızdı işte. Bir ölü toprağı vardı ruhunda. Silkelense atacaktı. Ancak o kadar ruhundan uzaklaşmış ve monotonlaşmıştı ki, en gerçek hadiselerin bilincinde bile değildi.
Ölmeden ölmeyi düşleyen erenler vardı. Bizim ki tam da öyleydi. Ama soğumuş bir cesetti.
Ağaçtan düşen bir yaprak olsa, teslimiyetin hazzını yaşayabilirdi.
Ama insandı işte. İnsani gerekliliklerinin farkında değildi.
Tadı damağında kalmış o eski aşkları arıyordu belki de.
Gözü hep arkasında bıraktıklarındaydı. Ne olursa olsun eskisi gibi olmayacak düşüncesi ele geçirmişti tüm varlığını. En acıklısı: farkında değildi.
Meşhur bir dizide şöyle bir replik geçiyordu, kahkahalarla gülmüştü:
“Biz seni 28 biliyoruz ya. 39 yaşında mısın sen? Hiç mi anlamadın oğlum, insan bilir ne yaşadığını ya. Yaşarken anlamadın mı sen ne yaşadığını?”
Komikti hakikaten. Keyifli keyifli bu repliğe gülerken, ne kadar da kendine benzediğini göremiyordu.
Hem komik, hem de trajikomik.
Biz lisedeyken meşhur bir karikatür vardı. Karakteri, “Olsundu” diyordu.
Olsundu. O görmese bile O’nu gözeten, kendince ibadetlerini kısmen yerine getirdiği için sinsi bir kibirle birçok hatayı kendine hak gören, ve onu hayatında belki de ikinci kez sarsıp kendine getiren, tesbih etmeyi bilmediği ancak tesbih edilmeyi dileyen bir Rabbi vardı.
Ve görüyordu.
Ağaçtan düşen bir yapraktı gerçekten.
Teslimiyetten uzaktı fakat, inanmayı bile tam anlamıyla bilemediği Rabbi’n adı es-Sabur’du.
Es-Sabur diledi, uyanır gibi oldu. Kıyaslamalar yaptı zihninde. Yok, bu böyle olmayacaktı. Kıyas değildi ihtiyaç, kısastı. Kısas sadece ceza demek değildi ki!
Bir sorumluluktu. Sana bahşedilene karşı bir sevda duymak, anlamak, anlatmaktı.
El-Kuddüs bilmez miydi içine düşeceği yanılgıları.
Bir yol gösterdi. Yolun başında bir kapı vardı. Baktı ki, kırık dökük, pas tutmuş bir anahtar vardı cebinde.
Yahu insan anahtarını önemser bari! Aptal çocuk!
Neyse ki El-Melik olan; görüntüye bakmazdı. O en çok manadaydı, maddi olan ne varsa bizim için bir mesajdı.
Anahtara baktı…
Hoyratlığını anımsadı, özlem duyduğu o ümit parıldadı.
Özensizliğin utancıyla soktu delikten içeri anahtarı.
Çok şükür, açılmıştı kapı.
Mesajı da alıyor muydu ne? Evvela bu anahtar ışıldayacak.
Er-Rafi’nin hayalini kuruyorsa, ulaşmak istiyorsa, hak edecek. Anahtarı parlak kılacak.
Yalnıııız…..
Gösteriş için değil, bakın budur işte demek için değil.
Lazım geldiği için.
He bu arada… Söylemesi kolay, fiiliyata dökmesi zordur. Ve bu her akleden için değişmez bir gerçektir. Mertebesi ne olursa olsun.
Ulan, düşüyor muyum ben?
Hoopppp.. Ne oluyor.
Dış ses… sanki yanımda gibiydin ya!!!
**
Bir anda sıçradım yatağımdan! Allah’ım o nasıl bir rüyaydı?
Bulunduğum yer neresiydi? Nasıl tarif edeyim ya! Bir gün muhakkak bulunduğum yeri de betimleyeceğim.
Peki ya o ses? Ses de değildi sanki.
Ulan kim okuyordu benim içimi? Arkadaş! Hani rüyalar bizim bilinçaltımızdı?
Kaç tane var ulan benden?
Biri görüyor, biri anlatıyor, biri suçluyor, biri acıyor, biri tespit yapıyor…
Adalet diye bir şeyin varlığını iliklerime kadar bilmesem, reenkarnasyon bu derdim. Ulan Berkcan, şakası bile kötü bunun. Senin diline… Pis geveze.
Acaba şeytan mı sokuldu yanıma. Rahmani miydi?
Halbuki, alkollü de uyumuyordum artık. Neyse oğlum, olanda hayır vardır. Zaten gevezesin, düşüncelerin de geveze.
Saate baktım, 03:23.
Bir dostum demişti ki, “Eğer gece uyanmışsan, bunun bir sorumluluğu var. Teheccüd nafile ibadettir deyip geçme. O nimetin kapısı sana açılmışsa, eğer içeri dalmadıysan Allah sana bunu ya sorar, ya da gözlemleyemeyeceğin değişkenlikler yaşanabilir hayatında. Bizim ki bir düşüncedir, hüküm değildir. Doğrusunu Allah bilir. Ama sen yine de risk alma derim.”
Ulan Baytar efendi, dert oldun bize gece gece. Ben yıllarca yataktan kalkmamak için defalarca af edersin tuvaletimi bile sabaha kadar tutmuş adamım. Bir cümle ile diktin beni ayağa.Allah sana; bana açtığın o gizli duanın gerçekleştiğini görmeyi nasip etsin.
Şimdi içinden diyorsun ki kardeşim, “Yahu adı Berkcan olanın bize yaptığı dini lakırdıya bak hele. Geç işte hikayeye.”
Berkcan Ferrari alırken iyiydi de şimdi mi kötü? Kırdın beni, ama sevgilinin ilgi bekler haldeki bir kırılması bu. Korkma hemen.
Ahhh ahh. Abese Suresi 34’üncü ayet ile ilgili farklı mealler vardır. Ancak tüm meallerin birleştiği nokta şudur: “O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.” Önce, “Kardeşi” denmiştir. Bu kan bağını işaret edebilir dense de bana kalırsa ilk anlamı, Müminlerin kardeş olmasıyla ilgili. Anne, baba, eş değil. Kardeş. Ve Mümin, Mümin’den kaçacaktır. Bu hakiki ve etkili bir vurgu değil mi?
Fakat dön bir bak kendine bana yüzünü ekşiten kardeşim!
Kardeşin, kardeşlerin için ne kadar dua ediyor, onların hayrını istiyorsun? Var mı derdin? Nasip olmaz sanıyorum ki herkese…
Amma…. Ya biliyorum… Bizim kalbimiz temiz. Herkesin temizdir zaten. Aksi düşünülemez ki! Allah içimizi biliyor bizim yaa… Boşveeerr… Ulan en kötüsü de o he, eğer gözün kapalıysa. Allah içini biliyor. Yandın oğlum Berkcan!
Eylem bitti bizde eylem. Kaskatı olduk. Eli ayağı kestik hakikatten, ödevden, sorumluluktan.
İnsanı insan yapan ne varsa, uzaklaşmaya başladık.
Sende dön bak içine heeey! Afilli cümleler kurmak kolay. Eylem gerektirmiyor sonuçta değil mi? Kapının önünü süpür. Nefsine hizmet etme çocuk. Yakarım!
Rüyayı gördüğüm gün; zihnimde birçok pencere açılmıştı.
Huzur dolmuştu içim, kardeşlerimin dünyada çektiği tüm soykırım, acı, aşağılanmaya rağmen. Sanki bu hal de, o dertle ilintiliydi. Kim bilir…
O huzurla sabah namazında camiye doğru yürüdüm.
Yüreğimde bir sır vardı, sanki konuştuğumda dünyanın ters düz olacağını düşündüğüm.
İnsan, kendisine iyi gelen insanları muhakkak bulmalıydı.
Mesela bana iyi gelen insan; soluk ve sigara dumanından sararmış bir duvarda ahşap, dört kareli, tatlı bir gıcırtıyla açılan, domatesin bugünkünden çok daha domates tadında olduğu bir zamanda; evet evet, tam da gözünde beliren ve tam da şuan seni istemsizce gülümseten pencere gibi, açmalıydı insanın yüreğinde.
Bu hikayemizdeki sır değil fakat bu meselenin sırrı; ihlasla kendini çek edip, konfor alanından çıkmak olsa gerek.
Kendine en acımasız eleştirileri yöneltmek, nefsini değil Hakk’ı hakem tayin etmektir. Gerisini düşünürsen, nefse dalarsın. Sen farkında ol. Belki bulamayacaksın. Yolda olmak mesele. Farkında ol, ara. Teenniyi de unutma.
Gevezesin oğlum. Geveze. Bayılıyorsun üst perdeden sallamaya. Ha bir de. Sevdalısın dramaya.
Camiye girdim. Sabah namazında imam efendi durgun ve pek de tonlama olmayan sesiyle meal okuyordu.
Bir önceki sabah namazında camiye gidiş hikayemde, “Şu sabah namazlarında meal okunmalı bence. Sabah namazı cemaati, bence cihat sahasındaki en önde savaşan mücahidlergibi. 30 kişilik bir lise sınıfında, akranlarının heva ve heves dolu süslü dünyalarına inat, her türlü kınanmayı, hatta dışlanmayı göze alan o kurban olunacak gencin yüreği gibi… Sanki onların dinlediği meal, daha etkili olacak belki de çok daha fazlasını etkileyecektir” diye düşünmüştüm. Dedim ama, seviyorum dramayı.
Sanırım bu husustan güç almış olacağım ki, 2 dakika izin isteyip sırrımı açıverdim.
Sesim hafif titrek ama kendimden emindim.
Ne yapayım yahu? Heyecanlanıyorum ben. Zaten birçok duygumu yitirmiş gibiyim. En azından heyecanım benimle kalsın.
Açtım sırrımı.
Hiç de bir şey olmadı.
6 ya da 7 kişiydik camide.
İmam efendi şöyle bir baktı, teşekkür etti namaza geçtik.
Namaz sonunda yanıma yanaştı. Sevindim. İçimden taşanları riyakarlığa düşmeden paylaşmak, öğrenmek ve nasibimiz varsa öğretmek istiyordum.
Tam o sırada Sarıklı geldi.
İmam efendiye, “Hocam, oturarak namaz kılındığı takdirde niyetin ve kıraatın ayakta yapılması gerekiyordu dimi?” diye yüzüme dahi bakmadan, çekinerek sordu.
Daha 30’lu yaşlarının başındaki ben, oturarak namaz kılmıştım.
Ve bir süredir yaptığım bu eylemin hatalı olduğunu, Sarıklı’nın beni kırma korkusu ile naifçe imam efendiye soruşunda , gülümseyerek izledim.
Biraz gülüştük.
Üç kişiydik. Birimizin gözleri kararlı ve inançlı, birimiz şaşkın, birimiz yılgındı. Ben yılgın gözleri tanıyordum. Bende olduğu zaman da başkasında gördüğüm zaman da.
Yılmak bize yakışmıyordu ya… Sıyrılmak lazımdı.
Biraz hoşbeş ettikten sonra Sarıklı ile cami girişinde vedalaşırken bana şu cümleyi kurdu:
“Bir an gelir, insan coşar. Anlattıkça anlatır, yaptıkça yapar. Esas olan, sürekliliktir. Bırakmamaktır, devam etmektir. Mücadele etmektir. Her an, her dakika.”
Endişelenmem gereken, yeterince farkında olamadığım bir penceremin önündeki tozları silmişti naifçe.
Farkında değildi. Ya da ben öyle düşündüm.
Tesadüf yok, tevafuk var diyoruz ya…
Bir dostumla oturdum bugün birkaç saat. İsmi Çelebi.
Sohbeti ve satırlarından anlıyorum ki, o da uzun bir yolda, yolu bitirecek gibi de değil. Bitiresi de yok zaten.
Yıllardır gönlü bir orada, bir burada sanki. Eyliya Çelebi gibi. Dolaşıyor sürekli. Ama aynı daire etrafında. Mümkün mü bu? Gayet tabi! Yoksa aynı sudan, milyarlarca farklı suret nasıl oluşsun? Biraz düşün, kızdırma beni.
Çelebi bana dedi ki, “İnsanlara kurduğun cümlelerin, sendeki anlamı çağrışmaz her zaman. Ne söylediğin senin, ama karşının ne aldığına sınırı sen koyamazsın.”
Eve dönerken bu cümleyi düşündüm.
Sırrımı paylaşmıştım. 2 dakika. Hiç tanımadığım insanlara.
Dünya hala yerli yerindeydi. Güneş de doğmuştu. Yer de sarsılmamıştı.
Her şey aynıydı ya. Aynıydı işte. Tam da bu yüzden sırrının farkında olmadığın, sana ait olan ile açman gereken kısımları vardır. Sana ait olması gerekenleri de fark et bir şekilde, paylaşma. Açman gereken kısmıyla ilgili de sakın ha cimri davranma.
Ve dünyanın yalnızca kendi etrafında döndüğünü, kainattaki en önemli şeyin kendin ve sevdiklerinin olduğu düşüncenden sıyrılmaya bak. Varsa eğer. Yoksa ne ala. Bunu idrak etmek, sevdiklerini de değersizleştirmez ha… Sakın beni yanlış anlama.
Konuştuk, konuştuk, gevezelik ettik.
Peki nereye vardık?
Pencereleri çoğalt. Perde masrafını düşünme.
Sen gücünün yettiği kadar pencere bulmaya çalış. Perde lazım gelirse, onu da Allah’a bırak.
Yolda ol, ne yaparsan yap, kendini çok da özel ve en önemlisi üstün hissetme.
Bunun sihirli yöntemlerinden biri; İnsan Suresi’nin birinci ayeti üzerine tefekkür etmektir.
Ayeti kerimede, “İnsan henüz anılır bir şey değilken” ifadesi geçer.
Bir düşün bunu rica ediyorum…
Tövbe haşa yargılamaya çalıştığın, kendince hatasını aradığın, minnacık, nokta kadar (yakın çevreni geç, tüm insanlar için) değer taşımayan şu hayatında, bir cinssin sen.
Trilyarlarca, sayısız yaratılmış içindeki seçme hakkı verilen, kusursuz düzendeki imar yapıcısın.
Yani adın Ali diye değil yüceliğin. Sana bahşedilen yüce, kıymet bil kıymet… Kıymetli kardeşim benim.
Yine uzattık. Aslında anlama gayretinde olduğun sürece, özel de olabilirsin.
Herkes anlamak zorunda mı? Değil tabi. Sıradan ve düzgün bir yaşam da sürebilirsin.
Ama bir yol nasip etsin Allah… Sana da bana da kardeşim. Bize yolda olmayı nasip etsin. Bizi çileye talip etsin.
Çelebi’nin sözlerini düşündüm işte.
Oğlum sen yürü. Sen çalış. Sen üzerin düşeni yap.
Sırrımın büyüklüğü banadır. İşitene değil.
Sırrın onun gönlünde senden daha ala bir hadiseye tevafuk edebilir.
Bilemezsin oğlum, bilemezsin.
Takdiri, teşekkür ancak Allah’tan bekle.
İstişare et, koy fikrini ortaya. Duanı et ve yeni bir işe koyul.
Veeee… Son olarak…
10 yıl olmadı, belli bir zaman oldu, ara sıra Berkcanlıklaryapsam da namaz kılmaya gayret ediyorum.
İslam’ı aradığım ilk namazlı yıllarımda, takip eden Ramazan ayında fark etmiştim ki, ulen namaz kılarken iftar daha hızlı geliyor.
İkindiyi kıldıktan sonraki rahatlama hissi, iftara iki kat hızla taşıyor sanki beni.
İsterim ki, kardeşlerim de orucu hızlandırsın.
Kolay bir ibadet değil aga…
Yaklaşıyor da sultan…
Ara sıra idman mı yapsak?
Dur ben bu meseleyi bir Çelebi’ye danışayım…
Ne adamsın Çelebi… Beni çok yordun bugün sen. Zihnime açtığın pencerelerin isimlerini nasıl aklımda tutacağım? Yüzüm gözüm de şişti. Vardır bir hayır. Neyse, buna da yardım edersin sen.
Geveze