Gözlerinde büyüyen korkuyla bahçeyi izliyordu. Küçücük yüreği, üzerine yüklenen ağırlığı kaldırabilecek miydi? Oysa düne kadar bu bahçeyi seviyordu. Yaşlı söğüt ağacının yerleri süpüren eteklerinin altında sık sık annesiyle piknik yaparlardı. Dallarına yuvalayan bülbüllerin sesleriyle uyanıyordu her sabah. Gecenin ışıklarıyla birer hayalete dönüşseler de, kavak ağaçlarının yapraklarının güneşle payetlenmesi hoşuna gidiyordu. Yaz sıcağını örseleyen rüzgârda çıkardığı sesler ninni gibi geliyordu kulağına.
İkiz bir apartmandı oturdukları. Semtin en eskilerinden biri. Apartmanın önünde küçücük bir bahçe, bahçenin orta yerini kaplayan, bahar geldiğinde sarı çiçeklerini görücüye çıkaran büyük bir katır tırnağı vardı. Büyümeye özendiği yaşlardı ve sarı çiçeklerle kendine upuzun tırnaklar yapardı. Gövdesi her yıl biraz daha genişleyen bitkinin gölgesinde, yere serili kareli örtünün üzerine oturur, elindeki hayâli kahve fincanını tırnakları kırılmasın diye özenle tutar, bileğini zarifçe kıvırarak yine hayâli arkadaşına “Ah şekerim, bizim çocuk da hiç yemek yemiyor. Her yemek bir kıyamet!” diye dert yanardı. Bir yandan da yan gözle birinci kattaki evlerinin penceresine bakar, annesinin izleyip izlemediğini kontrol ederdi. Kimsenin bu monologlarına şahit olmasından hoşlanmıyordu. Aslında sevmiyordu evcilik oynamayı. Ama içgüdüsel olarak büyüklerin hayatına ilgi duyuyordu ve bunu da oyunlarına yansıtıyordu. Seksek ya da lastik oynamak daha çok hoşuna gidiyordu. Bazı günler arkadaşlarıyla, evden çok uzaklaşmadan, çevre apartmanların bahçelerine sızar, tamirat işleri yeni bitmiş evlerin, oraya buraya saçılmış artık mermer parçalarından en güzellerini koleksiyonlarına katmak üzere hummalı arayışlara girerlerdi. Mermerler renk ve dokularına göre gruplara ayrılır, her seksekte farklı parça kullanılmak üzere özenle saklanırdı. Bazen apartmanın karafatma dolu kömürlüğüne, bazen de arka bahçede, çocukların her biri tarafından istimlâk edilen özel köşelere.
“Elif, hadi kızım, ellerini yıka. Yemeğe oturuyoruz,” diyen annesinin sesiyle mermer soğukluğundan sıcak yuvasına dönüş yaptı. Canı yemek yemek istemiyordu. İsteksizce divandan kalktı. Beyaz köpüklerle kapladığı ellerini uzun uzun yıkadı. Annesi ikinci kere seslendiğinde gevşek yumruğuyla oluşturduğu çemberden köpükleri üflüyor, aynaya çarpıp patlayan balonları sayıyordu.
“Geliyoruuum,” diye var gücüyle seslendi ve ellerini akıtıp salona gitti.
Öğlen yemeklerini annesiyle oturma odasındaki küçük masada yerlerdi. Elif aynı masada derslerini yapardı. Akşam yemeklerinde ise ailece salondaki masa başında buluşurlardı. Kardeşi gelir gelmez değil ama masada oturmaya başladığında öğlen yemeklerini de salonda yiyecekleri için şimdiden seviniyordu. Kardeşi olacaktı. İçini tarifsiz bir mutluluk kapladı. Sonra aniden ikiz apartmanda, tam yanlarındaki dairede oturan Nevin Hanım Teyze’nin kızı Duygu’nun söyledikleri geldi aklına. Omuzları çöktü, yüzü gülmez oldu.
Dün kendi mermerlerinden birini bahçedeki gizli köşesinden çıkarmış arkadaşlarının yanına dönerken, Duygu Abla’sını görmüştü. Bahçede çukur kazıyordu. Onun da mermerleri olabilir miydi? Utanarak ne yaptığını sormuştu. Duygu başını kaldırmış, Elif’in gözlerinin içine bakmış ve suratında tuhaf bir gülümsemeyle;
“Senin için mezar kazıyorum. Kardeşin gelince sana ihtiyaçları kalmayacak. Seni buraya gömeceğiz,” demişti.
Koşarak oradan uzaklaşmış ve kendini eve zor atmıştı. Bütün gece uyuyamamış, cama vuran kavak dallarının ürkütücü görüntülerinden gözlerini ayıramamıştı. Rüzgârla birlikte şekiller o kadar korkunçtu ki, gözlerini yumup, pikenin altına gizlenmişti. Mezarlar… Mezarlar… Onlarca, yüzlerce çocuk mezarları rüyasına girmişti. Mezarların içinden çıkan minik eller “burası senin yerin, buraya gel” dercesine havada sallanıyordu. Sisli karanlığın içinde esen rüzgâr, kuru ağaç dalları arasında tuhaf uğultular çıkarıyordu. Bir baykuş iri yuvarlak gözlerini üzerine dikmiş “buradan çıkış yok” diyordu. Ter içinde sıçramıştı uykusundan. Annesi ile babasının odalarının kapı dibinde yere çömelmiş, sırtına kapıya dayamış ve saatlerce onların nefesiyle küçük kalbinin çırpınışını sakinleştirmeye çalışmıştı.
Annesi etli patlıcan kebabı ve domatesli pilav yapmıştı. Yanında da çoban salata. Üçü de en sevdiği yemeklerdi. Ama neşesi kaçmıştı birden bire. Her zaman bir lokma patlıcanlı kebabı pilavla yemek için ayırır, üzerine de salatanın suyundan dökerdi. Hiç birini yapmamıştı. Annesiyle babasının dikkatinden kaçmadı. Endişeli gözlerle birbirlerine baktılar. Bir kardeşi olacağına sevindiğini bilmeseler, annesinin günden güne büyüyen karnını sofrada daha çok fark ettiğinden keyfinin kaçtığını düşüneceklerdi. Oysa Elif her fırsatta annesinin karnına kapaklanır ve kulaklarıyla kardeşinin içerdeki seslerini duymaya çalışırdı. Topuğunu karnından çıkacakmış gibi ittirdiğinde kahkahayla güler ve elini tam o çıkıntının üzerine koyardı. Kardeşini şimdiden çok seviyordu. Nedense bugün annesinden uzak kalmayı tercih etmişti.
“Yarın kardeşine birkaç zıbınlık almaya çıkalım mı?” diye sordu annesi.
“Olur, çıkalım,” dedi Elif küskün küskün.
Annesi Elif’in hâlinden endişe duyuyordu. Kardeşini kıskanmış olabileceğini düşündü. Aralarındaki ilişkinin ilmeklerini şimdiden ince ince örmek lazımdı.
“Tulumlarını da senin seçmen iyi olur canım,” dedi annesi kızının üzerinden gözlerini ayırmadan.
“Kardeşim gelince benden kurtulmak mı istiyorsunuz?” diye sordu aniden Elif.
“Olur mu öyle şey Elif ’çiğim? Senden niye kurtulmak isteyelim? Sen ilerde yalnız kalma diye sana kardeş yapıyoruz,” dedi annesi. Duyduğu sözler kalbine bıçak gibi saplanmıştı. Nerede hata yapmışlardı? Kardeşinin gelişi ile Elif’in ihmâl edileceğine dair bir kanıya kapılması nasıl gelişmişti?
Buz gibi bir sessizlik çöktü masaya.
“Bu nerden çıktı şimdi Elif ‘çiğim?” diye araya girdi babası.
“Hiiiç,”
“Sen bizim için çok değerlisin. Üstelik o kadar iyi bir çocuksun ki, kardeşin konusunda senin de bize yardımcı olacağını biliyoruz. Birlikte öğrenerek büyüyeceksiniz. Hadi bana yardım et, sofrayı kaldıralım ve dondurmalı irmik helvalarımızı hazırlayalım. Birazdan Küçük Ev başlayacak,” dedi annesi. Çoktan tabakları üst üste koymuştu. Üçü ellerinde bardaklar, tuzluk, biberlik ve tabaklarla küçük mutfağa doğru peş peşe yürüdü. Elif bulaşık yıkamayı da çok seviyordu. Çünkü saatlerce el tasının içindeki suyla ve köpüklerle oynuyordu. Ama bu akşam canı onu bile istemedi. Annesi onu rahatlatmak için bütün bu sözleri söylüyor olabilirdi. İçinde duyduğu endişeyi, suyun altında tabaklardan akıp giden kirler gibi kolayca söküp atamayacaktı. Elindekileri tezgâhın üzerine koyup mutfaktan çıktı.
Gözlerini siyah beyaz televizyon ekranına dikti. Küçücük kafasının içine çöreklenmiş düşüncelerle boş boş baktı. Annesi bulaşıkları akıtmış, elinde dondurmalı helva tabakları ile salonun kapısında göründü. Her zaman cıvıl cıvıl şakıyan Elif halının üzerinde sus pus oturuyordu. Annesi tatlı tabaklarını sehpanın üzerine bırakırken bu suskunluğu dağıtacağından emin yepyeni bir konuya denize atlar gibi dalıverdi.
“Nevin Hanımların kedisi ölmüş. Kızı Duygu arka bahçeye gömelim diye ısrar etmiş. Elinde kürekle kediye mezar kazıyordu. Zavallı Duman! Çok yaşlanmıştı. Yine de vedası âni oldu.”
Annesi sözleriyle, Elif’in yüreğinde ölmeye yüz tutmuş sardunyayı suladı. Sardunyanın yaprakları yeşerdi, çiçekleri alacalı parlamaya başladı. Hayatın kanunu; birileri doğarken birileri ölürmüş. Yüreğinde yeniden doğan sardunya, zihnindeki Duygu Ablasıyla ilgili imgelemi tuzla buz etti.
Peyman Ünalsın Gökan
Edebiyat Haber
İZDİHAM