Hayır kaptan oradan değil, soldan değil, sağdan, dalgakıranın diğer tarafından gidelim lütfen. Kır dümeni! Denizi görelim, uçsuz bucaksız denizi. Ne bir ada, ne bir gemi, ne de bu hiç bitmeyecekmiş gibi, her güzel, her tatlı şeyi sonsuza dek ikiye bölecekmiş gibi uzayan dalgakıranın ayırmasına izin vermeyelim bizi gökyüzünden, kuşlardan, denizden, birbirimizden, okuduğumuz romanlardan.
İşaret parmağım okuduğum romanın belki en hüzünlü, belki en heyecanlı, belki de en sessiz yerinde ama illa en durulması gereken cümlede. Baş parmağım kitabın ilk gözüme ilişen renkli, solgun veya ilginç ön kapağında, diğer üç parmağımsa merakla çevirip okuduğum sade arka kapağında. Ben... Ben, parmaklarımın arasında tuttuğum kitabın heyecanı, huzursuzluğu, yalanları; denize dalıp giden gözlerimin arayışı, hayalleri, umutları arasında bir yerlerdeyim. Sanırım bir kitabı, bir romanı okurken bana en iyi gelen an, bu durduğum an. Kendi düşüncelerimden, sorularımdan, hayallerimden başka hiçbir şeyin bölmesine razı gelemiyorum okuduğum kitabı.
Üniversite dönüş yolundayım. Eminönü’nden kalkan vapur birazdan solumuzda kalan Kız Kulesi ile Haydarpaşa’yı geçip Kadıköy’e yanaşacak. Sağda, cam kenarında ilk gördüğüm boş yere oturmuşum. Sol tarafla ilgilenmiyorum. Boğaz olanca güzelliğiyle uzanıyor ama dar, sınırlı, iki yanı binalarla sıkışık. Sağımdaysa ışıl ışıl Marmara açıkları, sonsuz gökyüzüyle beraber ümitvar. İşte birazdan, Kız Kulesi’ni geçtikten sonra bir dalgakıran bölecek sağda uzanan dalgalı yahut çarşaf gibi denizi. İstemiyorum. Parmaklarımın arasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Leyla Erbil’in veya Faulkner’ın bir romanı. Bir cümlede, bir sayfada, bir fikirde durmuşum. Düşünüyorum. Cümlenin, paragrafın güzelliğini, kitabın yazarını, yaşadığı dönemi, kimleri okuyup, kimlerden etkilendiğini, gözlerim sağ tarafta, hâlâ uçsuz bucaksız deniz, roman tekniğini, uslubunu, kurgusunu, cümle yapılarını, dalgakırana daha var. Bu ânın bölünmesini istemediğim gibi istemiyorum denizin bölünmesini. Düşünüyorum. Türk romanının nereden başlayıp nereye gittiğini, Batı romanının gelişimini, Türk romanı üzerindeki etkisini. Okudukça derinleşen, derinleştikçe okutan sorular. Ve dalgakıran.
Parmağımı kitabın sayfaları arasında sıkıştırıyormuşum gibi, benimle beraber kitabın üstüne eğilen yanımdaki yolcu altını çizdiğim cümlelere muzipçe gülümsüyormuş gibi geriliyorum. Hayır, kaptan diğer taraftan, diğer taraftan. İyice sıkıyorum parmaklarımı. Soldan gidecek oluyor, dalgakıranın denizi bölmesine izin verecek oluyor, dişlerimin arasından konuşuyorum. Sağdan kaptan! Duruyor vapur. Beş dakika, yarım saat, bir ay, dokuz yıl. Bir saniyeymiş gibi geçiyor zaman, dümen kaptan değiştiriyor ve vapur usulca yol alıyor açıklara.
Raskolnikov mu? Bihruz Bey mi? tam olarak bu hislerle okuduğum kitap. Seneler önce ve şimdi okuduğum romanlarda sorduğum, merak ettiğim sorulara hatta daha fazlasına hem cevap veriyor hem de bir romanın hakkıyla nasıl okunup nasıl değerlendirilebileceği konusunda fikir sahibi ediyor.
Raskolnikov mu? Bihruz Bey mi? (Avangard Yayınları, 2015) Ömer Yalçınova’nın bir şiir kitabı (Ömer’in Çatılan Kaşları, Okur Kitaplığı, 2015) ve bir portre kitabından (Aynamdan Yansıyanlar, Dünya Bizim Kitaplığı, 2015) sonra yayımlanan üçüncü kitabı. İlk ciddi roman eleştirisini 2009 yılında yazan Yalçınova, dümenin başına Hakan Arslanbenzer’in yönlendirmesiyle geçmiş. Fayrap Dergisi Nisan sayısında Fazıl Baş’ın Ömer Yalçınova ile yaptığı söyleşide yaklaşık on beş yıl belirsiz aralıklarla roman okuduğunu, Ahmet Günbay Yıldız’dan James Joyce’a kadar elinin uzanmadığı romancı kalmadığını söyleyen Yalçınova; bağlamını karıştırmadan, eleştirel mesafeyi de koruyarak birkaç romanı birbiriyle kıyaslamanın çok farklı fikirlere ulaşmayı sağlayabileceğini ve kitabındaki düşünce zenginliğinin kaynağının da burada gizli olabileceğini söylüyor. Öyle sanıyorum ki ilk birkaç roman eleştirisinden sonra da düşünce zenginliği ve eleştirel manada iyice ilerleyen Yalçınova, dümeni de bırakıp dalgakıranın sağ tarafındaki denize dalmayı tercih etmiş. Hatta derinlerde mercan aramaya, kitaptaki “Türk Romanında Müslümanların Yeri” bölümünde “Bütün anlam dünyası İslamiyet’ten oluşmuş bir milletin romancıları nasıl olur da İslam’ın adını bile anmadan, bir sürü karakter oluşturur, olay anlatır ve bunları kurgulayıp bir sonuca ulaştırır?” sorusuyla başlamış. “Batılılaşma/çağdaşlaşma telaşı, merakı, aceleciliği, macerası bütün Türk romanlarına öyle veya böyle sinmiş durumdadır,” diyen Yalçınova bu sorunun cevabını kısmen de olsa veriyor aslında.
Türk romanını Şemsettin Sami’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Reha Çamuroğlu’ndan Nezihe Meriç’e, Sait Faik’e, Enis Batur’a kadar geniş bir yelpazede inceleyen Yalçınova aynı hassasiyeti Batı romanında da gösteriyor. Dan Franck, Samuel Beckett, Thomas Bernhard, William Faulkner bunlardan birkaçı. Bütün Batı romanlarının diğer adı Suç ve Ceza’dır diyen Yalçınova, daha genel bir yargıyla romanın suç ve suçlunun peşinde olduğunu; suç nedir (suçun sebepleri, sonuçları), suçlu kimdir (suçlunun karakteri, felsefesi, zaafları, istekleri) gibi konuların Cervantes’ten Bernhard’a kadar didik didik edildiğini belirtiyor.
Ömer Yalçınova kitabında çoğu yazarın birden fazla romanını değerlendirip birbiriyle kıyaslamasının yanı sıra birkaç farklı yazarı ve eserlerini de birbirleriyle karşılaştırarak içine daldığı denizi hepten dalgalandırıyor ve böylece değişik bakış açıları sunuyor.
Son olarak parmağım Fazıl Baş’ın yönelttiği, “Geçmişteki ya da bugünkü roman eleştirileri üzerine ne dersin?” sorusuna cevap olarak kısa bir açıklamadan sonra Ömer Yalçınova’nın söylediği mütevazı ama bir o kadar etkileyici cümlede: “Ortada verimli, bomboş bir alan var. Müslümanlar olarak bu işe el atmazsak, çorak kalacak.” (Fayrap Nisan Sayısı)
Ve dalgakıran el birliği ile aramızdan kalkıyor.
Fatma Akdağ, Karabatak Dergisi
İZDİHAM