Kaynamakta olan bir süt kokusu kaplamıştı bütün evi. Koku alt kat mutfak penceresinden yukarı tırmanmış sonra bir güzel içime dolmuştu. Süt taşarsa ateş sönerdi. Neroş şaşkın bir çığlık atar. Kendisine kızar. Küçük bir yumruk haline getirdiği elleriyle kafasına vururdu. Ardından ocaktaki süt lekesini temizlemeye başlardı. Bütün bunlar olurken yani bu küçük mutfak krizi yaşanırken, ben bir köşede kedi olmanın hayalini kurardım. Kedi olsaydım ne güzel olurdu. Babamın hala ölü olması beni üzmez, Neroş’un yaşlı elleri ve bileklerinin ince derisinin altındaki mor damarlar bana bu kadar sanatsal gelmezdi. Hele sevdiğim kadının aklıma gelmeleri bana hiçbir şey yapamazdı. Gece uykularım koruma altına alınırdı. Çaresizliğin insanın umuduna yapabileceklerine alışmak zorunda kalmazdım. Çünkü kediydim. Güzel bir gölge bulup, yalanıp dururdum öyle.
Camii avlularında başımı okşayacak kır sakallı amcalar arardım. Beni görünce “Ay ne tontiş şeysin sen” diyen beyaz tenli genç kadınların sıcacık bacaklarında uzanır, gerinerek şebeklikler yapardım. Onlarda göbeğimi okşarlardı. Apartman girişlerinde benim için bırakılan lezzetli mamaları yer, sabahlara kadar aylaklık ederdim. Hepsi bu. Yaşanılacak daha güzel bir hayat düşünemiyorum. Ama hayatta her istediğimiz olmazdı. Hayat genellikle istediklerimizin olmamasından doğan hayal kırıklığı kareleri bütünüydü. Kısacası ben hiçbir zaman kedi olmayacaktım. Ben hafta içleri vesikalık, hafta sonları düğün fotoğrafları çekecektim. Faturalar ödeyecektim. Tatilde memleketime, arife günleri mezarlığa gidecektim. Yasin’i ezberden okuyamayacak, hayırlı evlat olamayacaktım. Bana geceleri hep sıkıntı basacaktı. Kendimi dışarı atacaktım. Yürüyecektim. Birden türküler söylemeye başlayacak, sanki derdimiz bize yetmiyormuş gibi bir de türküdeki adama üzülecektim. Akşam nasıl yattığımı bilmeyecek, uyanmak için telefonun alarmını kuracaktım. Uyanır uyanmaz dükkâna koşacaktım. Ancak mutlaka daha iyi bir iş arayacaktım. Belki bir ajansa girerdim. Belki kendi stüdyomu kurardım. Belki de memur olurum belli mi olur. Zaten memuriyet dediğin devlet çatısı altında yenilmeye devam etmek değil mi? Yenilgimin resmi makamlar tarafından güvence altına alınacak olması beni şereflendirirdi. İş konusu şurada dursun. Aklımdan geçenler sizde kalsın. Bu süt kokusu uykumu getiriyordu.
Önce toprak vardı, sonra su olaya dâhil oldu. Çamur oldu. Ruh üflendi. İnsan oldu. Ben oldum. Siz oldunuz. Sevdiğim kız oldu. Neroş oldu. Bakkal oldu. Evler yapıldı. Sokaklar oldu. Sokaklar daraldı. Apartmanlar oldu. Apartmanlar çoğaldı. Şehirler oldu. Ağaçlar vardı, su vardı kayboldu. Dünyanın çivisi çıktı. Kanser oldu. Kanser olunca babam öldü. Toprak oldu. Sonrasına kafam basmıyor benim. Hem konumuz bu değil. Bütün bunları biliyor olmak bile zaten yoruyor insanı. Süt kokusundan uykum geldi. Neroş’a indim. Neroş huzur demekti. Kapıyı çaldım. Bilmem kaçıncı diz ameliyatından dolayı kapıyı geç açtı. Ben görünce gülümsedi. Her biri bir ömrü anlatan çizgileri daha bir keskinleşti yüzünde. Eğilmemi istedi. Eğildim. Ben eğilince yüzümü okşadı. Elimdeki yastığı gördü. Gülümsedi. Bu sefer yüzündeki çizgiler daha da derinleşti. Sanki o derinliğin içine sular doldu. Kuşlar su içti. Hepimiz o anın mutluluğuyla kapı eşiğinde soğuk mermerin üstünde bir süre durduk. “Geç hadi içeri taşa basma çocuğun olmaz” dedi. İçeri geçtik. Neroş oldukça yaşlıydı. Bazen uyumak için ona inerdim.
Ne zaman üstüme bir örtü örtse dünya ile arama bir set çekilirdi. Faturaları, izin günlerini, kedi olma arzumu, ölümü ve aşkı unuturdum. Evet, faturalar ve izin günlerini ölüm ve aşktan önce söyledim. Bu da kayıtlara yeni bir yenilgi olarak geçsin lütfen. Üçlü koltuğa uzandım. Neroş diz ağrısından dolayı taktığı dizliğini bileğine indirmiş, dizini kaşımaya başlamıştı. Bu dizlikler çok kaşındırıyormuş. O tekli koltuğa oturdu. Önünde duran sehpanın üzerinde Kur’an, okuma gözlüğü ve el işi örneklerinin olduğu bir dergi vardı. Koltuğun ayaklarının yanında beyaz, yeşil ve mavi iplerden oluşan üç top dağılmış şekilde duruyordu. Birden nedensiz yere onun öleceğini düşündüm. Bilirsiniz birden gelir böyle düşünceler. Dizindeki ameliyat izinden başlayıp kırışmış yüzüne kadar süzdüm onu. Sonra bir acı tat aldı beni. Kaybetme korkusuydu bu. Kaybetmek için önce sahip olmak gerekirdi. Ve ben yetmiş yaşlarındaki en yakın arkadaşımı kaybetmekten korkuyordum. Bir de muhabbet kuşlarından korkuyordum. Çünkü onlar kafesin içinde yaşamaktan kafayı yemiş hayvanlardır. Kafesi açtığınızda delirmiş gibi uçmaya başlarlar.
Gözümüze uçarlar. Kapalı alanlarda yankılanan kanat sesleri saldırıya geçen atlıların heyecanını yaratır üstünüzde. Çirkin ayakları ve sivri tırnaklarıyla kafamıza konarlar. O an içinde bulunduğumuz gerginlikten o kadar zevk alırlar ki kafamızın üzerinde intikam şarkıları şakırlar. Susmazlar hiç. Neroş sağ olsun ben geldiğimde evdeki muhabbet kuşunun üstünü örterdi. Artık gerek kalmadı. Öldü hayvancağız. Sevmezdim falan ama üzüldüm yani. Can neticede.
Neroş’a tüm kaybetme korkumla bakıyordum. Fark etti beni. “Noldu yavrucum” dedi. “Ölmenden korkuyorum” diyemedim. Hem denir mi öyle. Pat diye. Kadının moralini bozmaya ne gerek var. Bende süt kokusunu sordum. “Ya Neroş her yeri süt kokuttun. Uykumu getirdin” dedim. “ Ne yapıyorsun böyle”. “Sütlaç yaptım” dedi. “Bu bizim bakkal manda sütü satmaya başlamış. Çırak getirdi. Bekle soğusun yeriz. Hatta uyu yavrucum sen. Uyanana kadar soğur o zaten” dedi.”Yok ben böyle beklerim “ dedim. İkimizde sütlacın soğumasın bekliyorduk. Sanırım sonunda kedi olmayı başarıyorduk.
Beklerim demiştim ama sızmışım. Sigara dumanıyla uyandım. Neroş sigara içiyordu. Benim uyandığımı fark etti. Elleriyle dumanı dağıtmaya çalıştı. Derin derin öksürdü.“Ne sigarası şimdi bu ölüp gideceksin hala sigara içiyorsun.” diye çıkıştım. Ölümü şimdi ağzımdan kaçırdım. Ama olsun. İçmesin. Böyle, özellikle bu yaşta zararlı yani. Öyle diyorlar her yerde. “Aman” dedi. İkinci hecedeki a sesini uzatarak.” Zaten içemiyorum artık eskisi gibi” . Küllüğü kaldırdı. Kocası gemiciymiş. Halıya bakarak konuşmaya başladı. Çok sevmiş kocasını. O kadar ki, o sefere çıktığında, orda gemide rahat edemez diye düşündüğünden, evde yalnızken bile yatak odasında uyumazmış. Ne yapsın kadın her gece pencereden dışarıyı seyreder, kocasının gelmesini beklermiş. Beklerken de tek tük içmeye başlamış. Kocası ilk zamanlar eve dönmelerde iyiymiş.
Ne zaman bir dönüş tarihi verse o tarihte gelirmiş. Başörtüsünü çıkardı. Ağlamamak için bir şeylerle ilgilenmesi gerekiyor olmalıydı. Dipleri beyazlaşmış uçları kınalı, seyrelmiş saçlarını toplayıp başörtüsünü tekrar bağladı. Nerde kaldığını sordu. Kocasının eve gelmelerde iyi olduğunu hatırlattım. “Heh”dedi. Yutkundu. Sonra bir daha adamın gelmediğini söyledi. Bir gün gitmiş, sonra gelmemiş adam. Hepsi bu. Adam gelmeyince, söylediği tarih geciktikçe tek tük sigaralar, paketlere dönüşmüş. Paketler gözyaşına dönmüş. Anlamış adamın gelmeyeceğini. O pencerenin önünde anlamış. O sokak lambasının ışığı, üstüne düşen köpeğin uykusunu seyrederken anlamış. Sonra satmış evi, köyü. Abisi varmış Almanya’da yardım etmiş Neroş’a bu evi almış. Babasının emekli maaşıyla geçinmeye başlamış
Neroş’un anlattıkları olduğum yerde beton gibi bırakmıştı beni. Bavul gibiydim. Çöp gibiydim. Alınmalıydım oradan hemen. Götürülmeliydim. Yüzündeki her çizgi açıklanmıştı şimdi. Sustum. Koltuğun dibindeki dağılmış ipleri eline aldı. Eğilirken inledi. İpleri toplamaya başladı. Çıt yoktu evde. Süt kokusu yoktu. “Ne haber, ne mektup, ne telefon, ne başka bir şey. Ölmüş müdür sence” dedi. İnanmak istediği bir yalanı ağzından doğurmuştu sorusu. “Öyle görünüyor” dedim. Güldü. “O zaman haberim olurdu. Mutlaka olurdu” dedi. “Kaçtı, gitti işte. Belki başka bir sevdiği vardı. Belki evlat veremedim diye oldu ne bileyim.”. Derin bir nefes çekti. Sarılmak istedim ona. O anlatmaya başladığından beri iki büklüm oturuyordum koltukta. “Aman” dedi yine. Yine ikinci a uzun. Avucuyla yanağıma iki kere küçük vurdu. “Soğumuştur sütlaç” dedi. “Ağzımız tatlansın.”
Recep Kayalı
İZDİHAM