26 Aralık 2017

Reşit Bitken, Buğday Ve Tarkovsky

ile izdiham

Bu yazı sıradan bir izleyici tarafından yazılmıştır eksiğim veya hatam var ise kusurumu affedin birde bol bol spoiler kullandım bundan rahatsız olanlar filmi izledikten sonra bu yazıyı okurlarsa daha iyi olur kanaatindeyim.

 

Semih Kaplanoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı ve şu ana kadar Adana Film Festivalinde ve Tokyo Film Festivalinde çeşitli ödüller alan Buğday Filmi daha da ödül alacağa benziyor. Zira film Sinema sektörünün kapital çarklarına uymayan 7.sanat olarak adlandırılan sınıfta yer alıyor. Tabi  ki bu başarıda en büyük rol hiç kuşkusuz yönetmenlerde. Bunlar arasında Sinemanın sanattan kopmasına mani olan Rus şair,yazar,aktör,yönetmen hatta filozof diyebileceğimiz Andrey Tarkovsky’nin bunda katkısı çok ama çok fazladır. ’Sanat, insanları çevresinde toplamaya iten o sonsuz dur durak tanımayan idealin, maneviyatın özleminin duyulduğu yerde ortaya çıkar ve gelişir (Mühürlenmiş Zaman A.Tarkovsky s.28)’diyen Tarkovsky’nin yeri tabi ki ayrı.

Film bilim adamları olan Cemil Akman ve Erol Erin üzerinden dönüyor. Dünya İnsan eliyle yok olmaya yüz tutmuş, bazı şehirler zoraki ayakta durmaya çalışıyor ve bu sürdürülebilirliği sağlamaya çalışan Erol Erin’inin kıtlıkla baş edebileceği yapay tohumları sayesinde oluyor. Bir gün bu yapay tohumlarda da sıkıntılar çıkmaya başlayınca çalıştığı “Araştırma Şirketi “eski çalışanlarından bilim insanı olan Cemil Akman’ı aramaya başlıyor. VE Eril’in yaşamına tesiri büyük olacak olaylar. Film özetle bu şekilde.

buğday sinema ile ilgili görsel sonucu

Şimdi filmdeki izlenimlerimi paylaşmaya başlayabilirim, öncelikle ilk sahnede çorak arazilerde yani ölü topraklarda yaşayan insanların modern ve verimli topraklara girmeye çalıştıklarını izliyoruz. Bir mültecilik dramı, aslında bugün dünyada Suriye,Irak,Filistin,Afganistan,Meksika,K.Kore ve Myanmar gibi şu an aklıma gelmeyen ülkelerdeki insanların çektikleri sıkıntıları perdede izledik .

Sonraki sahnede ise Tarkovsky’den de gördüğümüz ağır kamera hareketleriyle bereketin ve insanlığın devamı olan buğday tarlasını görüyoruz. Kamera ilk önce geniş açıdan dar açıya geçerek başını eğmiş buğday başaklarını gösteriyor ardından Erol Eril ve ekibini görüyoruz. Başı öne eğik buğday başakları aslında bize olgunlaştığını haber veriyor. Sonra bu olgunlaşmanın insandaki örneği olan sakalları ağarmış, saçları dökülmüş Erol’u gösteriyor.

Bir sonraki sahnede Erol’un şehrin kaos haline gelmiş sokakları ve protestocuların arasından zar zor şirkete gittiğini görüyoruz. Eski çalışan bilim insanı Cemil Akman’ın adını ilk burada duyuyor ve onun bilimsel tezinden yaralanmak ve buğdayda meydana gelen hastalığı çözmek için Cemil Akman’ı aramaya başlıyor. Önce Cemil’in evine gidiyor ve kızıyla karşılaşıyor bu sahnede kız değiştirilmemiş bir dili öğrenmeye çalıştığını görüyoruz; adeta eskiyi yâd etme ve anlama çabaları… Sonrasında Cemil’in yeri hakkında soruya cevap vermeyen kızı, Erol odadan çıkmaya yakın bir soru sorar: “Nefes mi, Buğday mı?” diye. Erol Buğday cevabını verir fakat kız bir daha konuşmaz Erol hiçbir şey anlamaz bu durumdan. Bu soruyla tekrar karışılacaktır Erol fakat film boyunca bu soruya cevap verilmiyor. Zaten kanımca filmin büyüsünü bu söz oluşturuyor. Burada cevap aslında izleyiciye bırakılıyor. Yeri gelmişken Tarkovsky’in bununla ilgili bir anekdotunu paylaşım sizlere der ki:‘Seyircinin, tek başına kendi düşüncelerini de katarak filmin parçalarından yeniden bir bütün oluşturmasını sağlarsa sanatçı, seyirciyi algılama sürecinde kendisiyle eşit bir düzeye çekebilir (Mühürlenmiş Zaman A.Tarkovsky s.7)”.

Erol’un ve yardımcısının Cemil’i bulmak için sınırı geçtiği sahneden sonrası Kehf süresideki Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasından esinlenerek meydana geldiğini söyleyebiliriz. Hatta film bu kıssa ile bitiyor desek yanlış olmaz diyebilirim. Erol’un ve yardımcısının yolda dinlenirken kıssadaki gibi balık yemeleri, Erol’un Cemile denizin olduğu bir yerde bulması ve Cemil’in Erol’a “Bu yolculuğa gücünüz yetmez “demesi, Cemil’in tekneyi delmesi, çocuğu öldürme sahnesi ve en son bir duvar gediğini tamir etmesi. Zihnimizde bu sure hemen canlanıyor. Tabi bunu çok başarılı bir şekilde perdeye aktaran Kaplanoğlu filmi baştan sona gri bir şekilde çekmesi ve derin perspektif ile çalışan kamera açısı bizi filmin içinde düşüncelere dalmamıza sağlıyor.

İlerleyen sahnelerde Cemil’in toprağı bir mabet tarzı bir mekânda bulması toprağa olan kutsiyetin bir tezahürünü yansıtmıştır. Toprağı ilk gördüklerinde kollarına ve yüzüne sürerek ferahlaması aslında bize çok uzak görünen fakat aynı maddeden olan bedenimizin çektiği hasreti anımsatmıştır. Cemil ve Erol’un eştikleri toprağın içinde cenin şeklinde uyumaları adeta bir anne karnındaki saflığı, temizliği hatırlatıyor. Tabi bu sahnede Tarkovski’nin “STALKER “filmindeki Alexander Kaidanovsky in uyumasına çok benziyor Aslında birçok yerde “STALKER” in parçalarını bu filmde bulabiliriz bunda tabi ki Semih Kaplanoğlu’nun Tarkovsky’e olan hayranlığından olsa gerek.

buğday sinema ile ilgili görsel sonucu

Bir de Cemil’in karnına taş bağlama sahnesi ve’ insanlar uykuda ölünce uyanırlar’ sözünü söylemesi bize sabrın ve sadakatin timsali Hz. Peygamberden iktibas edildiğinin göstergesi olarak içimizi hoş bir eda ile kaplamasına sebebiyet veriyor

Filmin sonuna doğru Erol’un bulmaya çalıştığı buğday tezine gerek kalmamıştı Çünkü Erol kendisini almaya gelen kadının, buğday hastalığının çözüldüğünü söylese de Erol geri dönmeyi reddetmişti. Çünkü Erol ölü topraklarda kendini bulmuştu. Cemil bu arada herkesin hasta olduğu köyde, bir duvar gediğini kapatmakla meşguldü tıpkı kıssadaki gibi Erol ilk başta bu duruma karşı çıksa da sonrasında gediğin içini görünce ona yardım etti. Erol’un gediğin içinde gördüğü iki çocuk, ağaçlar ve Cemil o zaman anlamıştı Erol,Cemil uyanmıştı aslında kendisinin de uyandığını sonradan fark etmişti.

Bu son sahnenin renkli olacağını düşünmüştüm fakat yanılmışım çünkü tüm filmi gri renkte yani rüyadaymış gibi düşündüm karakterlerin uyanışını görünce filmin renkli hale geleceğini beklemiştim ama film gri bitti.  Filmin gri tonla bitmesi insanların hala uykuda olduğu mesajı gönderiyordu. Karakterlerin uyanışı yönetmenin birçok konuda ümit var olduğunun da nişanesidir diyebiliriz bu uyanış umarız ki tüm insanlığa nasip olur.

Ve artık yazımın sonuna doğru “Sinema Sanatı”na bir filmimiz daha eklendi diyebilirim. Fakat genele hitap edeceğini düşünmüyorum. Bunu geçen gün gittiğim sinemanın mega salonunda topu topuna 20 kişi olduğunu ve bunların da uyuyanlar ve konuşanları saymazsak sadece üç beş kişinin izlediğini düşünürsek tablonun vahameti ortaya çıkar. Çünkü izleyici ne yazık ki düşündüren filmler yerine görselliği ön planda tutan ve kısa bellekte silinmeyi bekleyen filmleri ne yazık ki tercih ediyor!

 

 

 

Reşit Bitken değerlendirmesidir.

İZDİHAM