“Gençlik Parkı’na nasıl giderim?”
“Ben de o tarafa gidiyorum, buyrun takip edin.”
Tereddüt.
“Olur, teşekkür ederim.“
Adımlarımı hızlandırdım. Telefonu çıkarıp karanlık ekrandan kendime baktım. Trenden inince bir ayna bulmaya vaktim olmadı. Vakti kim sayıyor, bölüyor, böyle kıt kanaat dağıtıyor bilmiyorum. Vakit hep benim yenimden yakamdan sızıp dökülüyor.
Adam, onu takip edebilmem için ölçülü bir hızla yürüyor. Arada yavaşlayıp yetişip yetişmediğimi kontrol ediyor. Yanı boyunca yürüdüğümüz duvarın parkın ta kendisi olduğunu öğreniyorum. Onu bulabilmek için geldiğim yolu bu kez parkın içinden gerisin geri yürümek zorunda kalınca bile kendime kızmıyorum. Kendim dahil kimseye kızgın kalamam zaten. Kin de tutamam. Unutuveririm. İlk defa karşılaşacağım biri için özensiz sayılırım.
(Dinliyorum, lütfen devam edin.)
(Bir sığırcık sürüsü havalandı. Gök bulutsuz.)
Teklifsiz bir şekilde sarıldık. Bu parfümü nereden hatırlıyorum? Koku önemli. İmza kokusu olacak insanın. Seneler sonra bile duyduğunda “Bu onun kokusu.” Dedirtecek. Bekaya aşık ruhumuz ölümsüzlüğü nasıl elde edeceğini bilmiyor işte. Yazmak, boyamak, üretmek, nesli devam ettirmek için sevişmek… hepsi iz bırakmak için. Pudralı bir bahar kokusu, bu seçeneklerin içinde en zahmetsiz olanı, tabii. Ben bu kokuyu nereden hatırlıyorum?
(Tanıdığınız birinin kokusu muydu?)
(Burada hiç vapur sesi yok.)
Parmak uçlarına sarılı yara bantları vardı. Elleri sıcaktı. Tokalaşırken içimin aktığından bildim. Yüzünde bir yer beni çağırdı durdu. O konuştukça, ben kelimeleri alıp aramızdaki boşluğa yerleştirdim. Pıtır pıtır duvar ördüm bildirmeden. Aramızdaki boşluk öyle yakmaya başlamıştı ki, bir duvarın serin pürüzü iyi gelir sandım.
Bilet saatim geldiğinde, eski, gardan yenisine uzanan merdivene yürüdük. Aramıza pıtır pıtır ördüğüm duvar biz yukarı tırmanırken biraz aşağıda kalmış olacak ki nefesi yüzümdeydi. Ben, inatla aşağıda bıraktığım duvara bakıyordum. Ona bakarsam, orada kalırdım. Göğsünde, tam yüzüme göre bir oyuk vardı ve kuş gibi yerleşebilirdi ağzım, burnum.
“Trene bineceğim ve bir daha asla görmeyeceğim seni.”
Yüzüme baktı, güldü. Sıcacık. İçimin aktığından bildim.
Kimlik kontrolü için girdiğim sırada her seferinde bir bahaneyle en sona geçiyorduk. Önümdeki son yolcu da merdivenden inince vedalaşmak zorunda kaldık. Teklifsizce öptü. Sıcacıktı nefesi. İçimin aktığından bildim.
(Onu bir daha görmediniz mi?)
(Göçmemeyi tercih ederim, diyen kuş var mıdır?)
İki ay sonra beni görmeye geldi. Ördüğüm duvarı öyle güzel renklere boyamıştı ki… Kapı-pencere açmış, saksılara fesleğen ekmiş. Teklifsiz, girdi içeri. Parmak uçlarında yara bandı olanlar yaradan da korkmuyor, anladım. Ben eskiden korkardım. Akşam oldu. O güzel başı okuduğu kitaba eğilmişken gidip saçlarından öptüm. Sonra, yüzünde beni çağırıp duran felaketten. Ve sesinden… son tuğla parçaları, yara bandı sarılı parmak uçlarında ufalanıp çıplak omuzlarımdan aktı.
(Peçeteyi kullanabilirsiniz.)
(Evi olmayan nereye döner?)
Onu, benden şehirlerce uzağa götürecek Öz Bilmem Ne Turizm’in otobüsünü beklerken, yan yana oturup konuştuk. Yeni yeni, daha sağlam tuğlalar bulup getirdim. Tecrübe dediğimiz harcı arasına sürerek, pıtır pıtır bir duvar daha ördüm. Nedenleri, olmazları saydım. Olmazları oldurmaya yetmeyen kudretimi. Limon çamlarının serin kokusuna emanet mahremiyetimizi delip geçen uzun kışları. Yüzüme “Ben baharım.” Der gibi baktı. Sıcacık. Tuğlaların birer iskambil kağıdı gibi ellerimden aktığından bildim. Teklifsiz, sarıldık. Otobüse bindi. Git, demişti. Bekledim. Otobüs uzaklaşırken, içimde kâğıt kesiği gibi bir yoksunluk kaldı.
(Peki, gerçeği ilk ne zaman fark ettiniz?)
(Çok yoruldum, sonra devam edelim.)
(Raziye Hanım, ilaçlarınıza ne kadar ara vermiştiniz?)
(Dört ay kadar.)
Öz Bilmem Ne Turizm’in ütülü gömlekli yorgun muavini, perona yanaşan aracı bekleyen kadına baktı. Tüm yolcularını indirip valizleri teslim edince bir sigara yaktı. Kaptanın sesiyle sigarayı ikinci nefeste yarılayıp fırlattı. Otobüse bindi.
Araç geri geri perondan çıkarken, kadın boş otobüse el sallıyordu.