Her soy sanat eseri, insanın dünyada bulunuşunun bir biçimini anlatır.
Bundan iki sonuç çıkar: gerçekçi olmayan, yani kendi dışında ve kendinden bağımsız bir gerçeği vermeyen şey sanat olamaz; maya olarak, gerçekle kucak kucağa olan insanın varlığını gözönüne almamazlık edemediği için bu gerçekçiliğin tanımlanması son derece karışıktır.
Baudelaire : “Şiir, içinde en çok gerçeği taşıyan, ancak bir başka dünyada tümden doğru olan şeydir” diyordu.
Gerçekçilik, sanat eserleriyle tanımlanır, onlardan ayrı ve önce değil.
Bilimsel bir araştırmaya, yalnız diyalektiğin daha önceden bilinen kanunlarına göre değer biçilemediği gibi, artistik bir yaratışa da kendinden önceki eserlere özgü ölçülerle değer biçilemez.
Stendhal ve Balzac’tan, Courbet ve Repine’den, Tolstoy ve Martin du Gard’dan, Gorki ve Mayakovski’den, büyük bir gerçekçiliğin ölçütleri çıkarılabilir. Peki, Kafka’nın, Saint – John Perse’in ya da Picasso’nun eserleri bu ölçütlere uymazsa ne yapacağız? Onları gerçekçilikten, bu denek sanattan saymayacak mıyız? Yoksa, tersine, gerçekçiliğin tamamını açmamız, genişletmemiz, yüzyılımızın karakteristik eserlerinin ışığında ona, bütün bu yeni zenginlikleri geçmişin mirasına katmamıza imkan verecek yeni boyutlar bulmanıız mı gereklidir?
Biz iyice düşünerek bu ikinci yolu tuttuk.
İşte bu nedenle, gerçekçiliğin çok dar ölçüleriyle uzun zamandır sevmeyi kendimize yasakladığımız eserleri seçtik.
Hürriyet, hiçbir zaman soyut değildir. “Yokluk” tan çıkmaz. Gerçek hürriyet ancak, geçmiş zamanların kültürde, yaşanılan günlerin mücadelelerinde ve geleceiği kuran kimselerin ortak çabalarmda kök salmış durumda bulunur.
Sanatçı ve yazar da bu yasadan ayrı değildir.
Sanatta gerçekçilik hürriyetin en yüksek şekli olan insanın, insan tarafından devamlı yaratılışına katılmanın bilinçleşmesidir.
Gerçek olmak, gerçek olanın görüntüsünü (image) değil, onun hareketini taklit etmek demektir; eşyaların, olayların ve insanların tam bir kopyasını, tıpatıp benzerini vermek değil, oluş halinde bir dünyanın yaratıcı eylemine katılmak, ondaki iç düzeni bulmaktır. Buradan gidilerek, sanatçının gerçek hürriyeti tanımlanabilir: Sanatçı, kendi dışında ve kendinden bağımsız olmuş bitmiş bir gerçekliği tarafsız bir şekilde yansıtmak ya da açıklamak zorunda değildir. O yalnızca, mücadelenin bir anlatıcısı değil, aynı zamanda tarihi görev ve sorumluluk taşıyan savaşçılardan biridir de. Herkes için olduğu gibi onun için de söz konusu olan, dünyayı yorumlamak değil onun değiştirilmesine katılmaktır.
Sanatçının rolü, filozofun ya da tarihçininkiyle aynı değildir. Örneğin, gerçeğin bütününü yansıtınak :Lo–zorunda değildir sanatçı.
Gerçekçilik adına, bir eserden, gerçeğin bütününü yansıtmasını, bir devrin ya da bir halkın tarihsel yörüngesini çizmesini, geleceğin ana devinim ve perspektiflerini göstermesini istemek, felsefi bir istek olur, estetik değil.
Bir eser, belirli bir devirde insanın dünya ile ilişkisinin çok sınırlı, hatta çok öznel bir tanığı, olabilir; ama bu tanıklık doğru ve büyük de olabilir.
Bir yazar, örneğin yabancılaşmanın şu ya da bu yönünü çok kuvvetle duyabilir ve açıklayabilir; ama onun nedenlerini ve onu aşma yollarını bulamaz, gösteremez ; onun köleliğinden kurtulamaz. Bütün bunlara. rağmen yine de büyük bir yazar olaıbilir.
Baudelaire’de ya da Rimbaud’da da çağlarının tüm kanununu bulamadım ben. Ama bu, onları, bilinmeyen dünyaları bulanların en büyüklerinden saymamıza engel midir?
Bir yazarın ya da sanatçının felsefi ve politik bilincinin; onun sanatçı kabiliyeti derecesinde olması arzu edilir .. Fakat onu yalnız bu ölçüde vurursak, şiirlerinde onu bir şair olarak değil, bir tarihçi, bir politikacı ve filozof olarak değerlendirmiş oluruz, bir yazarın ya da bir sanatçının, geleceğin perspektiflerine dair aydınlık bir bilimci olması ve bu yolla eserine mücadeleci bir anlam katması arzu edilir, fakat onu yalnızca bu ölçüte vurursak, çok kere, Baudelaire’in sorduğu soruya sürüklenmek sevilkesile karşılaşırız: “Erdemli yazarlar, erdem’i sevdirmekte usta mıdırlar?” Sanata özgü ahlâk, kural koymaz, uyandırır.
Maddeciliğin ve sanatta da gerçekçiliğin en önemli tezi, “Bilinç, hayatı değil; hayat bilinci belli eder … Bilinç, hiç bir zaman, bilinçli, Varlık’tan başka birşey değildir. Hiç bir şekilde bilincin ve hayatın ilişkilerinin mekanik bir gerekirciliğini icabettirmez.
Bir insanın dünya anlayışını onun sınıfsal durumundan çıkarmak saçma olurdu. Sınırı menşeleri bakımından Marks bir küçük burjuva, Engels bir büyük burjuva idi. Ama dünya görüşleri kendi sınıflarının dünya görüşü değildir. Gelgelelim bu, herhangi bir dünya görüşünün herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda doğabileceği anlamıma gelmez. Devrimci bir gerçeklik olmadığı sürece devrimci bir kuram olanaksızdır, olmaz. Marksçılık, ancak işçi sınıfı başlıbaşına bir tarihi kuvvet olarak ortaya çıktığı zaman doğabildi ve kentlinden önceki ütopyalardan kurtulabildi. “Tarihi hareketin kavranışı” ancak o zaman, doğuş ve gelişim halindeki bu gerçek açısından bakarak, devrimci bir dünya görüşüne varmağa imkan veriyordu.
Peki, sözgelimi, Kafka’nın eserlerinin, kapitalizmin çürüme devresinde Avusturya -Macaristan boyunduruğundaki Prag’da yaşamış bir Yahudi tüccarının oğlunun eserleri olduğunu bilmenin hiç mi önemi yoktur? Değil tabii. Kafka’nın bilincinin oluşumundaki tarihi şartları araştıran bu incelemenin önemi büyüktür. Çünkü Kafka’nın artistik yaratışının bütün gereçleri bu yaşantıdan gelmektedir. Fakat bu ilk araştırma bir cevap değil, bir sorudur. Sanat eseri, bir sonuç, bir bileşke değildir. Sanat eseri, zamanının, aile çevresinin, toplumsal, dinsel, kültürel çevresinin, kişisel durumunun ve görevlerinin aşklarının ve tüm hayatının sanatçının önüne koyduğu soruların topluma birden verilmiş toptan bir cevaptır. Bu cevap, kendisini meydana getiren şartların toplamından daha başka, daha fazla birşeydir. Kafka’yı anlamak, herşeyden önce, bu kendine özgü bu biricik girişimi, bu yepyeni cevabı, etkilerin birikiminden kurtarmaktır. O yine de, devrini ve onun gelişme şartlarını tam olarak kavrayamayan kısmi bir cevaptır. Kafka’da Marks gibi toplumsal kaynağı bakımından bir küçük burjuva olmasına rağmen, Marx’tan farklı olarak, sınıfının tarihi perspektiflerini (ya da, daha çok, tarihi perspektif yokluğunu) aşamaz. Oktobr Devrimi’nin ve savaş sonrası büyük işçi hareketlerinin çağdaşı olan bu insan, apaçık ortaya koyduğu bu yabancılaşmanın kölesi olarak kalır.
Yabancılaşmayı, insanı heyecanlandıran artistik bir anlatım içinde vermesine rağmen., bu yabancılaşmanın bilincinden devrimci sonuçlar çıkaramaz, O halde Kafka’nınbir küçük burjuva olduğunu; Prag’da, Yahudi topluluğu arasında, aile çevresinde bir küçük burjuva olarak içinde yaşadığı somut şartları belirtmek çok önemlidir; yalnız, onun varoluş şartlarını inceleyen bu zorunlu incelemenin ne bir açıklama, ne de bir değer yargısı olmadığını gözden uzak tutmamalıdır. (138)
Saint-John Perse için de buna benzer bir yol denedik bu kitapta. Saint-John Perse’in şiirini, Fransız Dışişleri Bakanlığının bir yüksek memuru olan bir büyük burjuvanın «Weltanschauung» u (139) olarak tanımlamak ne kadar saçma ise, onu meydana getirmiş olan insani tecrübeyi ve bu tecrübe karşısında şairin kibirli inkar (negation) tepkisini öğrenmeksizin bu şiiri tamamen anlamak o kadar güçtür.
Aynı şekilde Picasso’yu, İspanyol anarşizmi ve mistisizmi, emperyalizm devrine özgü tinsel çözülme, kapitalist resim pazarı şartlarıyla sosyolojik olarak açıklamak iddiası ve bu yolla, çökmekte olan burjuvazinin çehresini ortaya koyan sanatının bir çöküş sanatı olduğu sonucuna varmak da yanlıştır.
Aksine bugün biz resimde yeni bir çıkış, gerçek bir “Rönesans” ın söz konusu olduğuna inanıyoruz. Niçin? Çünkü. Picasso, dört yüzyıldır kullanıla kullanıla bir gelenek haline gelmiş olan mekan ve perspektif anlayışını tartışma konusu haline getirmekle, resim sanatına yeni yollar açıyor, geleneksel gerçekçiliği dar bir tanımlamadan kurtarıyordu. İtalyan Rönesansından beri anlaşıldığı haliyle perspektif, bir başka kurala dayanırdı, dünya, bir tek gözle ve yerimizden kıpırdamadan baktığımız bir manzaradır, denirdi. “Kübist” denilen resim bize, nesnelere bakışın daha insanî, daha gerçek şartlarının bilincine ulaşma imkanını verdi; örneğin, çevresinde dönerek baktığımız bir nesneyi, bir tuval üzerinde birbirini izleyen bir sıra görünüşle gösterdi bize; bir kişinin ya da bir sahnenin karakteristik unsurlarını, bizim anımızda veya düşümüzde gözümüzün önüne geldikleri gibi bir tek imajda birleştirdi; eşyaların konumunu ve biçimini gerçekten arzumuzun, sıkıntımızın biçim değiştirttiği ya da büyüttüğü gibi değiştirir. Bu, gerçekçilikten kopmak demek miydi? Hayır. Çünkü, hareket eden, hatırlayan ve düş gören, umut eden ya da korkan bir insanın gördüğü dünya, ” Alberti pencere” sinden duygusuzca seyredilen bir dünyanın klasik soyutluğundan daha “gerçek” tir. Gelenekse! perspektif, geçmişte kendisine dayalı bütün şaheserleriyle birlikte gerçekçiliğin özel bir durumundan başka bir şey değildir; Picasso ise onun diyalektik bir aşımıdır.
Böyle bir eser, nasıl olur da bir çöküş sanatı olabilir?
Bu eser, içinde devrimizin yaşayan güçlerini barındırmaktadır.
Picasso, daha zamanının temel hareketinin politik, şuuruna erişmeden önce bu güçlerin plastik anlatını şekillerini keşfetmiştir.
Bize büyük bir derstir bu; her büyük sanat eseri, gerçeğin yeni boyutlarını görmemize, anlamamıza yardım eder.
SON
(138) Çevirisini sunduğumuz eser, Roger Garaudy’nin “D’un Realisme sans Rivage” adlı eserinin, Kafka’ya ayrılmış olan üçüncü bölümüdür. Birinci ibölüm Picasso, ikinci bölüm ise Saint – John Perse’i gerçekçilik açısından. incelemektedir. (Ç. N.)
(139) Aslı Almanca. Weltanschauung- Dünya Görüşü (Ç.N.)
Roger Garaudy
İzdiham