Batılı düşünce, anlamanın teknikten sonra geldiğini düşünür; buna göre doğru teknik bulunursa hastanın gizi çözülecektir. Varoluşçu yaklaşım bu eğilimin tam tersini tutar: teknik anlamadan sonra gelir. (sf.12)
May bu noktada, kişinin kendi hayatını sona erdirmeye gücünün yettiğini tam olarak anladığı, ancak intihar etmemeyi seçtiği ana kadar, hayatını ciddiyetle sona erdirmeye kalkışmayacağını söylüyor. (sf.13)
Varolan tüm kişilerin, diğer varlıklara katılmak için kendi merkeziliklerinden dışarı uzanmak olanakları ve gereksinimleri vardır. Bu dışarı çıkış tehlikelidir; organizma çok uzağa giderse, kendi merkezlenmişliğini, kendi kimliğini yitirir -bu fenomene biyolojik düzeyde kolaylıkla rastlanabilir. Nevrotik, kendi çelişkili merkezini yitirmekten çok korkuyorsa, dışarı uzanmayı reddeder ve kendini kasarak geri çeker, dünya alanını ve reaksiyonlarını kıstıkça büyümesi ve gelişmesi durur. Bu durum Freud’un zamanında yaygın bir biçimde rastlanan nevrotik bastırmaları ve ketlemeleri oluşturuyor. Oysa, günümüzün dışa yönelimli uyumculuk dünyasında, yaygın nevrotik tarz tam tersiyle karşımıza çıkıyor; benliğin diğerlerine katılımı ve diğerleriyle özdeşleşmesi içinde varlığı iyice boşalana kadar dağılıp yok oluyor. (sf.14)
Kişiler, bu dünyada ve kendi problemleri konusunda ancak, dünyayı kendileriyle olan ilişkisi içinde yakalarlarsa bir şey yapabilirler. Ancak (dünyadaki) kendilerine karşı tavır alabilip (dünyadaki) kendilerini reddedebilecek duruma gelirlerse kendi varlıklarını olumlayabilirler. “Ölümle (insanın kendi varlığının hiçbir yankısını bulamadığı bir dünyayla) yüz yüze gelebilme yetisi (cesareti) gelişmenin önkoşuludur, insanın kendi bilincine varmasının ve kendisini bulmasının önkoşulu. (sf.15)
Varoluşçular insanın bir doğası olmadığını, insanın kendisini yarattığını ortaya attılar. (sf.17)
Rank’a göre nevroz aşırı bilincin her türlü rol yapma, yanılsama olanağını yok etmesidir. Bu yüzden nevrotik doğruya en yakın kişidir; ama bu özellik aynı zamanda yaşamayı da olanaksız kılar. Nevrotik yanılsayabilmeyi öğrenmelidir, yaşamak için. (sf.23)
İnsan olmanın ayırt edici özniteliği, onun, evrimin yakıcı koşuşturması içinde bir an için durup, Altamira ya da Lascaux’daki mağara duvarlarına bizi hâlâ hayranlık ve huşu içinde şaşkınlığa düşüren şu kahverengi- kırmızı geyik ve bizonları resmetmesi değil mi? (sf.35)
Varlığımızı yaratarak ifade ederiz. Yaratıcılık oluşun zorunlu bir devamıdır. (sf.36)
cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir. (sf.40)
Kendimizi tüm bir dolulukla adamalıyız, ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğimizin de farkında olmalıyız. (sf.48)
Kendi tavırlarının doğruluğundan mutlak bir şekilde emin olduklarını iddia edenler tehlikelidirler. Böylesine emin olma sadece dogmatizmin değil, yıkıcılıkta onu geçen kuzeni fanatizmin de özüdür. (sf.48)
Kendini adama şüphe içermediği zaman değil, şüpheye rağmen olduğunda en sağlıklıdır. Tamamıyla inanmak ve aynı zamanda şüpheleri olmak hiç de çelişkili değildir: Doğruya daha büyük bir saygı beslemek, doğrunun verili bir anda söylenen ya da yapılandan her zaman daha öteye gittiğinin farkında olmaktır. Doğru bu yüzden sonu gelmez bir süreçtir. (sf.49)
Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. (sf.52)
Biz insanlar ölmemiz gerektiğini biliyoruz. Ne gariptir ki, ölümden söz edebiliyoruz. Biliyoruz ki, her birimiz ölümle yüzleşecek cesareti geliştirmeli. Bununla birlikte ona baş kaldırmalı ve onunla mücadele etmeliyiz. Yaratıcılık bu mücadeleden gelir -yaratıcı edim başkaldırıdan doğar. (sf.57)
Yaratıcılık ve özgünlüğün, kültürlerine uymayan kişilerde bütünleştiği apaçık. Ama bu, zorunlu olarak, yaratıcılığın nevrozun ürünü olduğu anlamına gelmez. (sf.63)
Yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır. (sf.76)
Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma edimidir. (sf.80)
Sanatçıyı kontrol etmek mümkün olsaydı -olduğuna inanmıyorum- bu sanatın ölümü olurdu. (sf.94)
Bir şiir ya da resmin büyüklüğü yaşanan ya da gözlenen şeyi görüntülemesinde değil, sanatçı ya da şairin, gerçeklikle karşılaşmasıyla, harekete geçen görüyü görüntülemesindedir. Resim ya da şiir bu yüzden eşsizdir, özgündür, sureti elde edilemeyendir. (sf.97)
sanatsal biçim yaşantının bir bütünlüğünü ifade eder; bilim ve felsefe, incelemek için kimi yönleri soyutlar. (sf.103)
Yeteneğin bol bulunmasına karşın tutkunun eksik olması bana bugün birçok anlamdaki yaratıcılık probleminin esas yanı olarak görünüyor; ve yaratıcılığa, karşılaşmayı es geçerek yaklaşmamız bu eğilimde doğrudan yol oynadı. Tekniğe -yeteneğe- doğrudan karşılaşmanın yarattığı kaygıdan kaçınmanın bir yolu olarak tapıyoruz. (sf.104)
Rolla May, sibiryakoylusu
İZDİHAM