Sabahın altısında alarm çalıyor. Üzerinde kırk yılın yorgunluğu ile uyanıyorsun. Daha kainat uyanmamış. Evde herkes uyurken sen sessizce evden çıkıyorsun, çocuklarını bakışlarınla okşayarak. Havanın soğukluğu kapıdan adımını atarken yüzünü yalıyor. Ekmek parası dedikleri bu olsa gerek. Yüzüne vuran soğuk her sabah.
Otobüsün gelmesini dört gözle bekliyorsun, ellerini ovuştururken. Otobüste Allah, sen ve şoför var sadece.
Akbili basarken gördüğün bakiye, yol boyu hesap yaptırır sana. Kaç kere daha indi-bindi yaparım, ay sonuna yeter mi acaba, diye. Her durakta acaba yolcu biner mi tedirginliği. Kimse otobüse başka yolcu binsin istemez.
Bir durakta genç bir kadın bindi. Bu ilk kez oluyordu. Sabah 06:30 makyajlı, ütülü elbiseli ve saçları son derece itina ile yapılmış, parmakları ojeli genç bir kadın. Bu saatte, bu şekilde otobüse bindiğine göre iş görüşmesine gidiyor sanırım. Gittiği yer uzak olmalı yoksa kainat uyurken neden bu saatte kalksın? Bu kadar hazırlık için iki saat önceden kalkmalı insan. Matematiğim çok iyi değildir ama 04:30’da kalktığına eminim. 08:30’da görüşmesi olsa karşı tarafta olması lazım görüşmesi. İşe alındı diyelim bu genç kadın; iki saat hazırlık, iki saat yolculuk. Mesele ekmek olunca gözler ne uyku dinler ne de dinlenme. Gerçi neye şaşırıyorsam. Şoför de benden önce kalkmış olmalı. Her gün selamlaşırız şoförle. Ne o benim adımı bilir ne de ben onun. Tıraşsız bir kez görmedim. Otobüs, her bindiğimde tertemiz. Belli ki titiz biri. Ama gömleği her zaman kırışık. Bekar mı? Boşanmış mı? Ya da eşi vefat mı etti? Bazen direksiyonun yanında bir fotoğraf gözüme ilişiyor. Ne kadar dikkatli bakmaya çalışsam da fotoğrafı belleyemedim.
İşte, benim durak. Buradan çalıştığım yere yürüme mesafesi beş dakika. Adana’da çıraklık yaptığım dükkâna gitmek için kırk beş dakika yürürdük. Yürürdük diyorum çünkü abim de benimle gelirdi. Sonrasında o, okumayı seçti, bir üniversitede hoca oldu. Ben mi? Ben ise ustamın izinden gidip kebapçı olmayı seçtim. Herkesin yapabildiği bir iş vardı. Demek ki benimki de bu. Kırk beş dakika diyordum. Uykuda kaldık mı koşarak giderdik o yolu. Bir de üstüne dayak yerdik ustadan. Koşa koşa dayak yemeye gidiyorduk çoğu sabah. Belki o dayak sayesinde her gün 06.00’da kalkıp işe gidiyorumdur. Dayak yeme korkusu hala içimde bir yerlerde duruyor demek ki. Ustamın sözleri ve nasihatleri hiç bir zaman gitmedi kulağımdan.
Bismillah der kapıyı açtığın an başlar koşturmaca, ta ki gece dükkan kapanana dek. Her gün aynı tatlarda onlarca yemek hazırlamak. Peki sen aynı tatta mısın bugün? Her akşam istekleri olan evlatlar ve eş. Öğretmen etkinlik parası ister, banka krediyi bekler. Neyse ay sonu elbet gelir geçer diyorsun ama o kebabı satırdan geçirirken hesap kitap yapmaktan vazgeçemiyorsun. Aman dikkatim dağılmasın da kebaptan şikayet gelmesin, diye bir anda kendini silkeliyorsun. Yeşillikleri ayarlarken Adana’daki Seyhan Barajı gelir aklıma. Tatillerde anamı alır götürürdüm buraya mangal yapmaya. Ustam bir kaç parça et ve kebap verirdi sağ olsun. Adana gibi bir yerde babasız büyümek zordur. Sahipsiz gördükleri an ezerler seni. Ustam sağ olsun adam olmayı bakmayı öğretti bana. Saatler ilerledi, diğer personel de gelmeye başladı. Hazırlığı biten çorba içer. Birilerinin çorbayı test etmesi lazım değil mi?
Acısını ayarladığın kebabı demir kapta bir tarafa, acısızı bir tarafa koyuyorsun. İşler başlar telefonlar çalar kırk yıl önceki, on yaşında Adana’da Emin ustanın da yanında başladığın o heyecanın aynısı sarıverir içini. Sanki bıçağı ilk kez tutar gibi ya da kebabı ilk kez saplar gibisin. Bazen tezgâhın arkasında düşünürsün. Babam görse gurur duyar mı acaba, diye? Ya da bir kez olsun onun için kebap yapsaydım. Yerken yüzüne baksaydım. Ah şu kan davaları! Evlatlarla babaları ayrı düşürmekten bıkmadı. Benim doğduğum tarihte, daha sütteyken, Urfa’da kan davası uğuruna baba vurmuşlar. Vuran içeri girmiş, anam bizi bu illetten uzak tutmak için dayılarımın yanına Adana’ya göçmüş.
Ah babam! Keşke yüzünü hatırlasam. Öğle servisi başladı, geçiyor. Ateşi harlamak lazım. İçerden garson siparişleri verir sen sunumu yaparsın. O, tabaklara bakarken en iyisini yaptım, diye düşünürsün. Tabakların biri gider, biri gelir. Mezeler, ikramlıklar, kebaplar, pideler ve lahmacunlar. Hepsinin ayarlaması elimden geçer. Tabaklar kırılır, hesaplar alınır. Ama bazen bir sessizlik olur. Müşteri gergin bir ses tonu ile tezgâha yaklaşır. Neyi yanlış yaptık, diye kırk kere düşünürsün. Kebabın tuzu mu fazla yoksa yağı mı ya da mezelerde mi bir sıkıntı var ya da çorbada mı? Ve bekleneni ağızdan çıkıverir müşteri; acısız kebap istediğini belirterek adana söylediğini üstüne basa basa sana dönerek anlatır.
Kırk yıllık yorgunluğun üstüne bir kırk yıl daha biner. Sonrasında müşteriye gizli şifreyi verirsin “A” ile başlayan acılı kebaptır.
Salih Bölükbaşı
İZDİHAM