“Madde nedir?” sorusunu, davet ettiği meselelerin ilgisi içinde ve metafizik kavramının anlamına nisbetle “ne madde değildir?” sorusuyla birlikte ele alırsak, bu hususta serdedilenlerden bütün bir felsefe ve hikemiyat tarihi karşımıza çıkar ki, hem imkân ve fasıllandırma olarak mümkün değil… Peşin hükmümüz, hiçbir şeyin mücerredinin sonuna kadar halledilemeyeceğidir. Bunun böyle olması gerekir; çünkü varlığın ve bilginin ilk prensiblerini arayan “ontoloji – varlıkbilim” ve “epistomoloji – bilgi teorisi – marifet nazariyesi”, bilgisizlikle kuşatılmıştır ve öyle olmasaydı, zaten bilinemezden devşirilen demek olan bilgi olmazdı. Her şeyin bilindiği yerde, her şey donmuş demektir ki, hayat olmaz.
*
“Acaba düşünüşümüz, gerçek kâinatı doğru olarak tanıyabilecek bir durumda mıdır ve yine tasavvur ve mefhumlarımız gerçeği doğru aksettirebiliyorlar mı?”… Maddi, ruhî, hayâlî, yahut objektif ve sübjektif varlık ve bilgi, kuşatan ve kuşatılan hâlimiz, fizik – organik – ruhî, zaman ve mekâna âit nitelemelerimiz, neticede irca zarureti hâlinde “üst dil – üst diyalektik” ve zorunlu varlık şartını dayatır… “Zorunlu varlık”, şu veya bu diye gösterilebilse de, söz konusu soru, insan için bir kefaret zarureti hâlinde “mutlak varlık” ve “mutlak fikri” gerekli kılar. “Mutlak varlık” ve “mutlak fikir”, bir kabul ediş olarak aynı ve birbirine irca edilmiş farzedilse de, söz konusu soru gereği, kefalet meselesi açıkta kalır. İnsanın düşünme faaliyeti bakımından hiçbir zaman mutlakı ifâde edemeyeceği – tabiî kefalet meselesini de! – göz önünde tutulursa, O, bir imân mevzuu olarak gösterilmesi gereken olur; örgüleştiren değil… İmâna mevzu olan da, Allah ve Kitabı; buna nisbetle de olanlar ve olması gerekenler… Şe’n: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezahürü, neticesi ve eseri. İş, yeni olan hâl. Şân. Tavır. Hâdise. Vâkıa. Kastetmek. Emr ü hâl.
*
İmân, bir bedahet mevzuudur… Ama “imân nedir?” diye bir mesele açılırsa, kime imân ve neye imân mevzuunda, tecrübî bir yol da açılmış olur. Biz, bilgimizi sadece tecrübe ile bilmedik, tecrübe etmediğimiz şeyleri de biliyoruz. İmân mevzuunda her ne kadar bu iki bilgi birbirine karışıyorsa da, neticede bedahet olarak dolaysız ve doğrudan, tahkikî ve doğrulayıcılık usûlü olarak da tecrübî niteliktedir.
*
Madde, tabiat, ruh, zaman, mekân, Allah ve tabiî ki Sevgilisi ve bütün Resûlleri… “Bilinen” ve “bilen” ilgisi içinde, en ulvisinden en süflisine kadar bütün insan meseleleri. İrcâın ircâı hâlinde vahid gösterildiği, mutlak varlık ve fikir olan “imân”, mevzu olarak işaretlendiği zaman, topyekûn insan faaliyetleri sadece “iyi, doğru ve güzelleri” ile değil, bunların tersi ile de nisbîliklerini bulmuş olur. Bunun anlamı şudur: “Hakikate mutlak aykırı söz söylemek mümkün değildir!”… Vahdet şartı – zorunluluğu gereği böyle. O zaman da, iyi – doğru ve güzel’in tersi hakikatler, “neye göre?” ölçüsüne vurulduktan başka, kendi başlarına birbirini çelen mahiyetteki bilgi ve tecrübeye dair sistemlerin tabii olarak yeni verilerle çöküşünden sonra arta kalan “iyi – doğru ve güzellerini” bir veri diye değerlendirme durumu, onun ötesinde zarureti doğar. Bu, aynı zamanda, “küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!” buyuran Muhiddin-i Arabî’nin bildirdiği hikmetin, imânın bir tecrid mevzuu oluşunun gereğidir.
*
Çeşitli mevzu ve derecelerde hakkı verilmiş her düşünce ve tecrübe için, elde ediliş yolları da dâhil, söylenmesi gereken şudur: Söylenişindeki ihtiyaç doğru ya… İhtiyaçların tesbiti de yeni bilgi ve tecrübelere yol açar. Demek ki mesele, söylenenlere bire bir karşılık bulmaya çalışmak da değildir; bu, onu merkez kılar. İmân ve imâna mevzu olan başa alındıktan sonra, buna nisbetle ele alınanların, otomatik olarak lüzumsuzları da ortaya çıkar. Bunun yanında, aynı ifâde kalıbları içinde, ayrı kasıtlar, yahut yerinde doğruların yanlış yere ircâı meselesi…
*
Muradımız belli: Hem içimizdekilere ve hem dışımızdaki çevrelere, birinciler için zenginleşme, ikinciler için bir yöneliş hakkı niyetine, bir ilhâm ve intibâ vermek… Süzgeç ölçülendirmesini misâllendirmek. Burada hem süzgeçten gereken asıllar sözkonusu, hem de ister istemez hangi sistem ve teori içinde bulunduğuna dair olanın gösterilebilmesi bakımından lüzumsuzlar; hani enkazdan geriye kalanları ayıklarken, neyin enkazı olduğunu da kifayet ölçüsüyle gösterme zarureti.
*
Mâhiyet: Bir şeyin içyüzü, aslı, esası, hakikati. Mahiyet, hakikatten daha umumidir; hakikat, hem mevcudat -var olan, kâinat, bütün mahlûkat- hem de ma’dumatta kullanılır… Ma’dumat: Yokluklar, maddi vücudu olmayan şeyler. Henüz varlık alanına çıkmamış mümkünler de, bahsedilen şekilde bir yokluk kasdında… İmâm-ı Rabbani Hazretleri: Biliniz ki, herşey kendi mahiyeti, hakikati ve özü ile şey’dir. Bunun içindir ki, “hiçbir şeyin mahiyeti yapılamaz!” denmiştir. Her cismin bir mahiyeti ve özü vardır. Cisimlere mahiyetlerini vermek için bir iş yapmak lâzım değildir. O halde bir şeye mahiyeti sonradan verilmez. O şeyin ve mahiyetinin birlikte meydana gelmesi için iş yapılır. Her şey, kendi mahiyeti ile şeydir. Bu söylediğimiz “zıll-gölge-“ de doğru olmuyor; bir şeyin zıllı, aksi, gölgesi, hayâli ve aynadaki görüntüsü, kendi mahiyeti ile zıll ve aks olmayıp, kendilerini meydana getiren asılın mahiyeti ile zıll ve aks olmuştur; çünkü görüntünün ve gölgenin mahiyeti yoktur. Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir. O halde asıl, gölgesine gölgenin kendinden daha yakındır… İmâm-ı Rabani Hazretlerinin bu ifâdelerinde, “varlık teorisi” ve “bilgi teorisi” alanına girecek olan bugüne kadar söylenmiş hiçbir şeyi görmezden gelmeyerek muhasebe edebilmenin ölçülendirmesini görüyoruz. Her felsefenin kendine nisbetle kabul ettiği “kendinde şey”i, kasdı belirtilmek ve aslına ircâ ile kullanabileceğimizi, yahut aslını gösterebileceğimizi… “Kendinden şey”; bilinmeyen veya bilinemez olan. “Bilinmeyen” ve “bilinemez olan” arasındaki farka dikkat: Bilinmeyen ve bilinemez olan, hiç bilmediğimiz bir mevzuda da hiç olmazsa onu bilmediğimize dair bir bilgiye sahib olmamız gibi, “bilen” bize karşı, “bilinen” durumundadır. “Bilinmeyen”, henüz bilmediğimiz bir imkân, “bilinemez olan” ise “asla bilemeyeceğimiz”; bu hususta çeşitli felsefelerin nitelemeleri ve çekişmeleri bir yana, son tecridde “Zorunlu Varlık – Kendinden Varlık”, bizim için hem “bilinmeyen”, hem de “bilinemez olan”dır. O’nun “bilinemez olan” her türlü kavrayış dışı Zât’ı, hem “Zorunlu Varlık”ın, hem de O’ndan olan topyekün varlığın varlık şartıdır; “Zorunlu Varlık – Vacib-ül Vücud”… Zât’ına nisbetle ilk beliriş mertebesi ki, vücudî beliriştir; bu vücut, ilk tecelliye gölge olma yoluyla, Zât’a ve sıfatlara âit bütün kemâllleri kendinde toplar… Aslı “eserde müessiri görmek” olan bâtın yoluna bağlı bir işin, tevatüren öğrendiğimiz ve insan ve toplum meselelerinin halli sadedinde kavramaya çalıştığımız ölçü ve ölçülendirmelerini böylece çerçevelendirmiş oluyoruz.
*
Hazreti Ali, birbirinin aynı bir iş hâlinde, “hakikati öğren, sonra söyleyeni de öğrenirsin!” buyuruyor; nihayetinde, Allah ve Resûlü; bildirdikleri, gösterdikleri… Yine Hazret-i Ali: “Tecrübe, fayda ile birlikte bir ilimdir!”… Şah-ı Nakşibend Hazretleri: “Şer’î, istidlâlî ve nazarî ilimlerden maksat, dindeki gizliliklerin açık edilmesi; icmâl yollu olan marifeti tafsile getirmek ve nazariyattan zaruriyata çıkarmak. Bâtın marifetinden maksat da o!” buyuruyor. Yukarıda anlatılanlardan da görülebileceği gibi, tasavvufta bir tecrübe işi. Tecrübe ve fayda, “faydalı bir tecrübe” ifâdesinden de anlaşılacağı üzere, birbirinden ayrı, ama içiçe yönleri olan kavramlar… “Deneme, anlamak için yapılan iş, pratik”, tecrübenin mânâları fayda’da; ve her ikisine âit olmak üzere, tahlil ve tetkik… Hazret-i Ali ve Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin bildirdikleri ışığında, “varlık” ve “bilgi”ye, yaşama ve bilgiyi elde etme yollarına ve meselelerine el atma yollarına ve meselelerine el atma zarureti ve usulünü de görüyoruz… Onların sözlerinin de, nazariyattan zaruriyata-amele getirilmeleri gereği içinde!
*
Madde, tabiattan, fizik ve kimyaya, varlık tabakaları boyunca kendini birinci ve ikinci olarak empoze ettiği her yerde, ne olduğu araştırılması gereken; onlarla içiçe müstakil felsefeler. Söylenenlere tek tek karşılık bulmaya çalışmak; onları merkez kılar, işimiz onların bütününü ele alıcı bir tahlil de değil. Bunun yanında, karşı tarafın ifadelerini, onun söylemek istemediği bir şekilde, muradına aykırı olarak kullanmak gereği… Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda, bizim yerimiz sabit olmak üzere, doğrudan maddeci düşüncelere “madde merkezli” olmaları bakımından el atarken, hem bizi ve hem de onları bir arada gösterme zaruretine binaen, ifade bütünlüğü içindeki lüzumsuzların da görüneceği tabiîdir.
Muhiddin-i Arabî Hazretleri, Allah’ın güzel isimlerinden “Rahman” kasdıyla, “biz bildik ki, Alem insanların takva ehli olmasını gerektiren İlâhî bir ismin tasarrufu altındadır!” buyuruyor… Onun muradı ve kasdı belli; Allah’ın “Rahmetim gazabımı geçti” buyurmasının, bâtın yaşaması içinde ifadesi. O murada ve kasta bağlı bir iş hâlinde fikir ve ilimde takva da, tetkik, tahlil, tahkik, keşif, icad, tecrübe olarak, arama, tarama ve tecrit işi…
Salih Mirzabeyoğlu
İZDİHAM