Salim Nacar, Bir Sinema Azizinin Yarım Yüzyılı
Salim Nacar, İtalyan asıllı efsane aktör Al Pacino hakkındaki tahlili İzdiham için yaptı.
Sinemayla bir şekilde içli dışlı olmuş herkes Al Pacino ile Robert de Niro arasında bir seçim yapması gerektiğini bilir. Bu mevzu sinema sanatının en büyük ve yaygın klişelerindendir oysa. Bu mesele üzerine efsaneler dahi üretilmiştir ve bu efsanelere göre aslında ikili de birbirini çekemeyecek kadar düşman pozundadır. (bkz. Heat) Yıllar sonra karşılaştıklarında ise artık birbirlerine kızamayacak kadar yaşlanmışlardır. (Righteous Kill)
The Godfather için erkekler dünyasına ilişkin herşeyin söylendiği film tanımlaması tamamen doğru bir tanımlama. İhtirasların, baba-oğul, abi-kardeş ilişkilerinin didik didik edildiği film sonradan yönetmenini mafya dünyasını bir tarafıyla meşrulaştırmış olması sebebiyle çektiğine pişman etmişse de sinema tarihinde eşi benzeri olmayacak bir epik film örneğidir. Epik olmasını destansı uzunluğuyla ilişkilendiriyorum. Çünkü film boyunca biz Al Pacino’yu Michael Corleone rolünde bir anti-kahraman olarak görürüz. Öldüğü sahne de Cioran tarzı bir yalnızlığın sekansındadır adeta. Corleone, yüzünün uzaktan görünüşüyle insanda çürümenin kitabı’nın sayfalarında geziniyormuş hissi yaratır. Ancak babası Don Corleone portakal bahçesinde torunuyla oynarken ölmüştü. İşte bir kırallığın yıkılışı, nereden nereye.
Keşke hep genç kalsaymış dediğimiz aktörler, bir an önce yaşlanmasını istediğimiz aktörlerden her zaman daha içtenlikli gelir. Örneğin gerçek bir yıldıza dönüşmesi için Jack Nicholson’un orta yaşlarını beklemesi gerekti. Dustin Hoffman’ın da öyle. Oysa Al Pacino’nun gençliğinde edindiği kariyer kendisine 89’da çevirdiği Sea Of Love’a kadar yetmişti. Elimizde The Godfather’la beraber Dog Day Afternoon, Scarface gibi eleştiriye kapalı başyapıtlar varken nasıl yetmesin ki! Bütün büyük isimler gibi Al Pacino’nun da akademinin övgüsüne mazhar olması geçikir. Al Pacino akademinin övgüsünü kazanmak için 92 yılını, Scent Of a Woman’ı bekleyecekti. Gerçi bu filmden sonra Al Pacino’nun zaten hep kör taklidi yaparak oynadığı hissi vuku bulmuşsa da Al Pacno The Devil of Advocate ile şeytana bile papucunu ters giydirebileceğini göstermiştir sinema izleyicisine.
Al Pacino 1940 yılında New York’ta doğdu. Bütün klasik ruhlar gibi İtalyan asıllıdır. Tiyatro ile başladı oyunculuğa ve 1969 yılında sinemaya geçti ama Shakespeare’e olan hayranlığı yakasını bırakmadı. 2004 yapımı The Merchant of Venice filminde oynadığı Shylock karakteri en iyi canlandırılmış Shakespeare karakteridir kuşkusuz. 2012’de buna bir yenisi eklenecek: Kral Lear. Al Pacino’nun filmlerden edindiği serveti büyük oranda yine sanata yatırdığı biliniyor. Galiba topyekûn sanatçı olmanın ilk kaidelerinden birisi de budur.
Al Pacino’nun filmografisine baktığımız zaman adeta bir adamın faklı yaşlarda aynı rolleri oynadığını görürüz. Bazen bir gazetecidir, bazen bir bahisci, bazen polis, bazen de bir soyguncudur ama görünüş, mimikler, sesine takındığı pozlar her filmde birbirinin devamı gibidir. Galiba Robert de Niro ile arasındaki en büyük fark bu. Bir anlamda sinemada şiddetsiz şiddetin temsilcisidir Al Pacino. Bağırarak çevresine korku salan adam tiplemesinin vazgeçilmezidir. Bir tarafıyla da bu şiddetin doğasında kuvvetli bir merhamet duygusu yatar. (Scent Of a Woman) Dog Day Afternoon’daki fedakârlık temasının normal dışılığın tebdili için gerçekleştiriliyor olması hikayenin gerçekliğe dayanmasıyla meşru bir zemine oturur. Al Pacino filmlerinin zemindeki kayganlık Robert de Niro gibi yönetmen oyuncusu olmamasındandır. De Niro’yu sırtlayan bir Martin Scorsese vardır neticede. Ancak Cappola sadece bir efsanenin doğuşuna yardım ve yataklık etmiştir. Açıktır ki Al Pacino sinemaya geldiğinde zaten oyunculuğun ne demek olduğunu biliyordu. Ki büyük bir yönetmenle çalıştığı ilk filminde kendisinin de en az yönetmen kadar büyük bir isim olmaya namzet olduğu aşikardı. Onun yönettiği birkaç filmde başarılı olamamış olması sadece oyunculuk için yaratıldığının kanıtıdır. Bu filmlerden daha gösterime girmeden yok sayılanlar dahi oldu. Scarface’de edindiği karizma ona bir ömür yetecektir netice itibariyle.
Al Pacino’nun Türkiye’de adı en fazla dolaşım da olan oyuncu olduğuna kimse itiraz etmeyecektir. Galiba Türk sinemasında artistiğin bağırmak ve daha fazla oynamakla ilgili olmasından kaynaklı bu durum. Elbette Türk insanının gerektiğinde ailenin bekası için kardeşini bile feda eden erkek tiplemesine hayran olmaması beklenemezdi. Gerçi Al Pacino Two For Money’de karısını kumar nesnesi haline getiren Bahisçi Walter Abrams rolünde oynamışsa da Don Corleone rolü birçok Türk filminde birçok aktriste rol model oldu. (Cüneyt Arkın, Kadir İnanır gibi). Bugün yetmiş iki yaşındaki bu aktörün halihazırda bu topraklarda en çok tanınan aktör olmasını, ismindeki şiirselliğe ve belki de İtalyan-Türk benzerliğine bağlamak gerekir mi? Belki de!
Amerikan sinemasında şeytanı oynamak neredeyse oyunculuk sanatının doruğuna varmak için en kestirme yoldur. Angel Heart’da de Niro, The Devil’s Advocate’de Al Pacino bu rölün üstesinden gelmişlerdir. Ancak John Milton rolündeki Al Pacino’nun canlandırdığı şeytan bildiğimiz anlamdaki şeytanın iş dünyasının kapital yortusundan fırlamış halidir. Galiba modern dünyada şeytana daha iyi bir don biçilemezdi. Al Pacino bu maske altında, ağzının kenarında gevrek gülümsemesiyle insana ‘acaba’ dedirtecek kadar gerçektir. Bu modern Faust’un final sahnesindeki monolog adeta filmin epigrafı gibi: “Kibir, en sevdiğim günahtır.” Bu şeytanla melek benzeşerek Scent Of a Woman’da kör bir adam olur. Franke’ın gözlerinin görmüyor olmasının acısını Ferrari süren adam olarak çıkarıyor olması, filmin sonundaki yarışmada atılan tiradla eşitlenir. Bu fedakarlığın hırsa dönüşmesidir bir bakıma. Carlito’s Way ise sonu başı belli bir filmse de Al Pacino’nun bu filmde ‘yağmur altında başında bir çöp tenekesi kapağıyla eski sevgilisini çatıdan izlediği sahne’ sinema tarihinin en dramatik sahnesidir. Sakallı bir Al Pacino görmek de filmin diğer unutulmaz taraflarından biri. Bu filmle Al Pacino bir anlamda 70’ler sinemasına geri döner. Film belki bir Scarface olmamıştır ama kendi içinde dramatik yapısıyla çok üst derecede alımlanması gereken bir yapıttır. Brian de Palma’nın 93’te yönettiği Carlito’s Way Al Pacino filmografisinin 90’lı yıllar boyunca kayda değer birkaç filminden biridir. Bu on yılın başında The Godfather serisinin III. filmi çekilmişse de ilk ikisinin gölgesinde kalmaktan kurtulamaz bu film. Ki zaten Cappola’nın aklında seriyi üçüncü filmle sonlandırmak değil “Baba’nın Ölümü” adında diğerleriyle ilişkilendirerek yeni bir film çekmek vardır. Ama endüstrinin kurbanı olmaktan kurtulamaz bu düşünce. 2000’lere gelindiğinde Al Pacino artık oturup öyle boş boş pencereden baksa bile kendini izlettirecek bir efsaneye dönüşmüştür. Heat’deki efsanevi kapışma Rightouse Kill’de birlikteliğe dönüşmüşse de zayıf senaryosuna rağmen bu film sırf ikilinin varlığıyla taçlandığı için bile saygı duyulmayı gerektirir. 88 Minutes ve Oceon’s Thirteen gibi filmler kısmen kötü filmlerse de sadece bağıran bir adam görmek uğruna katlanılabilir filmlerdir.
Zaman zaman küresel sermayeyi eleştiren filmler de çevirir Al Pacino. Bu filmler bu duruma ne kadar ve ne derecede içerden bakabilmektedir ve eleştirisinin ne kadarı önceden planlanmışlık dairesinin dışındadır, orasını bilemeyiz. Ancak Micheal Mann’in 99 yapımı The Insider filminde büyük sigara şirketlerinin insan sağlığı üzerinde çevirdiği dolaplara ilişkin birçok konuya temas edilir. Bunlar Amerikan Sinemasının etik anlayışı gözetildiğinde ne kadar sahicidir orası tartışılır.
Al Pacino daha şahsi rollerin adamıdır halbuki. Mesela sadece kendi oyunculuğunun değil oyunculuğun da doruklarında gezindiği bir “The Merchant of Venice” uyarlaması mesaj kaygısı güden filmlerinden daha izlenesidir. Büyük oyuncuların genel özelliği budur zaten. Toplumsala açıldıklarında veya didaktik yapımlar içinde yer aldıklarında oyunculuklarının en görünen kısmını dışarıda bırakmak zorundadırlar. Hakkını yemeyelim. Al Pacino bu tarz filmlerde de hep kendisi olmayı başarmış bir oyuncu. Filmlerinde kendi dediği gibi rol yapmayıp, bir insan bunları neden söyler düşüncesiyle üstlendiği karakterle bütünleşen bir oyuncu olmasının da payı büyük.
Artık bu yaşlı adam belki kariyerindeki en büyük cesaretle Salvodar Dali’yi ve Kral Lear’ı oynayacak. Nasıl şeyler çıkacak bilmiyoruz. Ancak filmografi onlarsız da tamamlanmış olacak. Don Corleone’nin yalnız ölümünden sonra hayatını oynadığı karakterlerle kalabalıklaştıran Al Pacino acaba kimliğine eklenmiş hepsi birbirinin ışıltısı altında parlayıp durmaya mahkum hangi karakterle son oyununu oynayacak.
Gerçek yüzü hangi isim aydınlatacak. Tony Montana mı, Walter Abrams mı, Eli Wurman mu, Serpico mu, John Milton mu, Benjamin Ruggiero mu, Vincent Hanna mı, Charlito Briganne mı, Frank Slade’mı, Frank Keller mi?
Yoksa sadece tam adıyla Alfredo James Pacino mu?
Salim Nacar – Başkalarının Hayatı dergisi
İZDİHAM