“Dostluk umuttur. Her dostluk girişimi dünya ile benlik arasında yaşamak adına girişilen çatışmaların ezici maliyetlerini biraz olsun hafifletme çabasını içerir. Hiçbir dış gücün dayatması olmaksızın, bir başkasına karşı duyduğumuz kendi içimizden gelen derin duygular, ona ilişkin gönüllü olarak edindiğimiz bilgiler, onunla paylaştığımız deneyimler, kısacası onun dünyasının tadı bizi bireyselliğimizin dar ve sıkıntılı dört duvarından kurtarır.
Dostluk, umutsuz bir dünyada bir umut ışığıdır ve emek ister. Bireyciliğin yaygınlaştığı, bireysel çıkarların insani duyguların önüne geçtiği günümüz koşullarında insani yanımızın çürümesini istemiyorsak, dostluğa düşünerek sahip çıkmalı onu basitleştirmekten kaçınmalıyız. Çünkü içimizdeki ‘yaşama sevinci’ diğer insanlara hissettiklerimizle azalır ya da çoğalır.”
Stoacılar, bilge kişinin, dostunu kendisini sevdiği kadar, hatta daha fazla sevdiğini düşünürlerdi; ve Aristoteles gibi, dostluğun siyasi cemaatin temelini oluşturacağı fikrini benimsemişlerdi.
Bir yurttaş için birinci derecede vatana bağlılığın geldiği iddiası örtük biçimde şunu göstermektedir: Aristoteles için olduğu kadar Cicero için de dostluk ancak dostun gereksinimleriyle devletin gerekli kıldığı şeyler çelişmediği takdirde siyasi hayatla örtüşebilirdi. Aristoteles gibi Cicero da bu tür bir örtüşebilirliğin ancak erdemli kişiler için söz konusu olabileceğini dile getirmiştir.
Cicero’nun yücelttiği dostluk, kişisel ve siyaset dışı bir dostluktur. Mutluluğu garantilemenin en akıllıca yolunun dost kazanmak olduğunu ve dostluğun insani bağların en önemlisi olduğunu vurgulayan Epikürcü yaklaşımı onaylar. Cicero şu soruyu sormaktadır: “Hayat kimin için yaşanmaya değer?”
Bir dostun karşılık içeren duygularına kim arkasını dayamaz? Dostluğu, karşılıklı doğal çekime ve erdem sevgisine dayalı, karakter benzerliğinden kaynaklanan samimi bir ilişki olarak idealize eder ve şöyle tanımlar: Dostluk, “…kutsal ve insani her konuda tattı bir duygu birliği içeren ve buna nazik duygular ve bağlılığın da eklendiği bir ilişkidir.”
Eğer dostluklar ayakta kalacaksa, yalnızca kabullenmeyi ve dostu olduğu gibi görüp hoşgörü göstermeyi değil, bir dereceye kadar değişimi de gerektirirler ki bu hayati bir önem taşır. Aristoteles ile Cicero’nun erdemli dostların daima anlaşacağı hususundaki ısrarı, dostlar arasında farklılığa hoşgörü göstermenin önemini gözden gizler.
Michel de Montaigne, erdemli insanların dostluğunu övmekte, Aristoteles ile Cicero’dan da ileri gider. Bir siyasi ya da yurttaşça bağ olarak dostluk fikri, Montaigne için, Cicero için olduğundan daha olanaksız bir fikir gibi görünür. Kendisi çalkantıların ayyuka çıktığı bir dönemde yaşamıştır. Daha otuzuna gelmeden önce Fransız Katolik ve Protestanlar arasında dinsel iç savaş patlamıştır.
Cicero gibi, Montaigne de erdemli insanlarla -en yüksek ve üstatlara yakışır dostluklar- sıradan insanların bayağı dostluğu arasında bir ayrım yapmış ve ikisinin kurallarının birbirine karıştırılmaması konusunda uyarıda bulunmuştur.
Montaigne, elitizme ve özellikle onun yüksek dostluk fikrine dikkati çeker. Montaigne, La Boetie ile olan dostluğunun bölünmez bir dostluk olduğunu iddia eder. Bir insanın sadece bir tek böyle dostu olabileceğini ve La Boetie ile dostluğunun, “Böyle bir şans insana üç yüz yılda bir rastlar,” diyecek kadar nadir bulunan bir şey olduğunu düşünür. (Montaigne, kadınların böyle bir yüksek dostluğu kurabileceği ihtimalini daima göz ardı etmiştir.)
Aristoteles ve Cicero, erdemli insanların dostluğuna öncelik tanırken, ikisi de bu tür kusursuz ve gerçek dostluğa ilişkin çok daha geniş bir kavrayışa sahiptir. Aristoteles kusursuz dostluğu, iyi ve sırf onlar adına dostlarının iyiliğini isteyen insanların dostluğu olarak tanımlıyordu. Cicero gerçek dostluk üzerine, erdemli insanlar arasında her konuda tam bir duygu birliği, diye yazmıştı. Ne var ki, Montaigne’in iki ruhun birbirine karışması ya da iki iradenin kaynaşması olarak tanımladığı yüksek dostluk, bu önceki kavramların önüne geçmektedir.
Montaigne’in iki soylu dostun ilişkisinin, “iki ayrı bedende tek bir ruh” olduğunu iddia ederek, dost “benim kendimdir”, demesi, dostların özdeş olduğunu ima eder. Yalnızca iki kişi arasında olacağından, özdeşlik bir çeşit ikiz kardeşliktir. Aristoteles’in dostun bir başka, ikinci bir benlik olduğuna ilişkin iddiası da paylaşılan bir kimlik anlamına gelmektedir ve iki felsefeci de böyle bir özdeşliğe ulaşmanın övgüye değer olduğunda hemfikirdir. Bu tür bir kimlik fikri bünyesinde, benzerliğin dostluğun bir özelliği olduğu, yani dostların birtakım ilgi alanlarını ve kaygıları paylaştıkları anlamını barındırır. Gelgelelim yine dostluğun özelliği olan bir şeyi dışlar: Farklılığın kabulünü ve takdir edilmesini.
Ronald Sharp, Montaigne’in idealini, “yalnızca gerçekçilikten uzak değil, son kertede, dostların apayrı kimliklere sahip olabileceğini kabul eden ve onaylayan görüşten daha az idealist,” diyerek eleştirir. Sharp, büyük dostluklara dair anlatılan hemen her şeyin Montaigne’in bu iddiasını çürüttüğünü ileri sürer.
Aristoteles’in iki gerçek dost arasındaki özdeşlik ideali, Montaigne için bir kaynaşma şekline bürünür. Montaigne, dostların birbirlerine olan bağlılıklarının haklı olarak mutlak olduğunu ileri sürmektedir: “Onlar yurttaştan, ülkelerinin dostlarından ve düşmanlarından ya da hırs ve rahatsızlıktan daha çok dosttular. Kendilerini birbirlerine tamamen adamışlardı ve birbirlerinin eğilimlerinin dizginlerini tutuyorlardı.”
Böylece Montaigne, yurttaş dostluğunun çözülüşünün en son işaretini vermiş oluyordu. Montaigne, iki kişi arasında hayal edilebilecek herhangi bir çatışmada, dostluğun yurttaşlık ilişkisinin önüne geçmesi gerekliliğini vurgular. Bu, Cicero’nun, kişinin öncelikle vatanına bağlı olması gerektiğine olan inancıyla çelişen bir görüştür. Dostluk, yalnızca özel alanına taşınmakla kalmaz, diğer bütün bağlılık türlerinin de üzerinde bir yere konur.
Montaigne’in iki kişi arasındaki yüksek dostluğu safça bir tutumla göklere çıkarması, etkin olarak içinde yer aldığı toplumla tam bir çelişki içindedir. Montaigne’in La Boetie’ye ilişkin olarak çizdiği portre dostluk ve yurttaşlığın beklentileri arasında bir çatışma olasılığı olduğunu belli belirsiz de olsa ima etmektedir. Montaigne bir yerde paylama ve düzeltmenin dostluğun ana görevlerinden biri olduğunu ifade eder. Bu da, dostluk ilişkisinde en azından bir dereceye kadar, çatışma potansiyeli bulunduğunu kabul ettiğini göstermektedir: Ancak bu fikri daha ileri götürmez.
Bu analiz, ayrıca özel hayatta dostlar arasında doğacak potansiyel çatışmalar sorusunu ortaya atar. Oysa Montaigne’in bir karışım ve kaynaşma olarak dostluk ideali, bu olasılığı yadsımaktadır. Paylaştıkları çok şey olsa bile, dostlardan böyle bir kaynaşma talep etmek gerçekçi değildir. Daha da önemlisi, farklılığın teslim edilmesinin dostluk ideali ve pratiği içinde yer almasını engeller.
Modern, heterojen bir toplumun, bireylerin karşılıklı birbirlerine gösterdikleri anlayışa dayattığı sınırlamalar, modern dostlukların duygusal olarak derin olamayacağı ya da yoğun bir bağlılık sergileyemeyeceği anlamına gelmez. Daha çok, dostların birbirlerine gösterdikleri anlayışın sınırlarına uyum sağlama ve aralarındaki farklılıklara hoşgörü göstermeihtiyacını ortaya çıkarır. Dostlar ilişkilerinde bir dereceye kadar çatışmanın kaçınılmazlığını kabul etmelidirler.
Modern bireyin ilgi alanları, istekleri, ihtiyaçları ve sorumluluklarının çeşitliliği, dostlar arasında, özellikle de birbirini giderek daha iyi tanımaya başladıktan sonra, birtakım anlaşmazlıklara yol açabilir, Dostlar, daha kişisel meselelerde olabileceği gibi yasal, ticari, siyasi ya da çevresel konularda kolayca anlaşmazlığa düşebilirler. Bu nedenle, modern dostlar, dostluklarının sürmesini istiyorlarsa eğer, kendileriyle dostları arasındaki belli bir düzeye kadar olan farklılığa hoşgörü göstermelidirler; yani, dostlarının farklı ihtiyaç, istek ve sorumluluklarını en azından bir dereceye kadar kabul edebilmeli ve anlayışla karşılayabilmelidirler.
Dostluk bağlamında aynılık ve farklılık ara-sında gizli bir gerilim vardır. Dostların ortak pek çok yönü vardır, birbirlerinin varlığından hoşlanır ve sık sık birlikte eylemler gerçekleştirirler, fakat birbirleri için duydukları ilgi ve kaygıda içtenlerse eğer, ayrılıklarının da farkında olmalıdırlar.
Kadınlar arasındaki dostluğun bu görüşe uymayacağını ileri sürecek olanlar vardır. Elbette, Montaigne gibi, olumsuz yönde, kadınları açıkça dostluk olanağından dışlamış olanlar da vardır.
Dişil dostluk dünyası büyük ölçüde görmezden gelinmiş ve gözden çıkarılmıştır. Pauline Nestor, 19. yüzyılın ortalarında, İngiltere’de, kadınların dostluk ve cemaat kapasitesi konusunda yapılan bir tartışmadan söz eder. Görünüşe göre kadın ilişkilerinin sığ, zorlama ya da marazi olması önlenecekse, erkeklerin bu ilişkilere karışmalarının gerekli olduğu düşünülmektedir.
Bu önyargı, kadın dostluğunun erkeklerinkiyle karşılaştırıldığında, zorunlu olarak yetersiz olduğunu ima eden başkaları tarafından da desteklenmiştir. Örneğin, Simmel, kadınların dostluğa karşı erkeklerden daha duyarsız olduğu, bunun da onların daha az bireyselleşmiş cinsi temsil etmelerinden kaynaklandığını iddia etmiştir. Yani, kadınlar arasında, genelde erkeklerden daha az çeşitlilik gördüğünü söylemek istemiştir. Simone de Beauvoir bile kadınların dostluk kapasitesini hedef almıştır: “… dişil dostluklar… erkekler arasındaki ilişkilerden tür olarak çok farklıdır. Erkekler birer birey olarak iletişim kurarlar… oysa kadınlar birer dişi olarak paylarına düşenle kısıtlanmış ve içkin bir suç ortaklığıyla birbirlerine bağlanmışlardır.”
Buna karşın, kadın ilişkilerindeki şefkat ve sempati unsurunu vurgulayan, hatta idealleştirenler de vardır. Bazılarına göre, gerçek dostluğun tadını çıkaran belki de sadece kadınlardır, çünkü sadece onlar dostlarıyla tamamen özdeşleşebilirler. Bu çeşit bir vurgu da özdeşlik ve kaynaşmanın altını çizen dostluk modellerini akla getirmektedir. Ancak bu görüş, kadın dostluğunu, bakıp büyütme, kabul etme, işbirliği ve destek vermeyle tanımlanan karşılıklı etkileşimlerle kısıtlama tehlikesini taşır. Kadınlar, dostluklarında, bir karşılıklı kollama ve bağımlılık etiği kurmaya zorunlu hale geldiklerinden dolayı, bu tür ilişkilerde, bireyselliğin dışavurumu destek görmez ya da bozguna uğratılır. Kadın dostlar arasında özdeşlik, karşılıklı bağımlılık ve desteği özellikle vurgulama, kadınların birbirlerinden farklı olabileceğini göz önüne almadığı ya da bireylerde değişime olanak tanımadığı için dostluk ilişkisini zayıflatır. Bu da, kadınları ilişki içinde yutulmaya, sürekli başkalarını ve onların isteklerini hesaba katmakla geçen bir hayata mahkûm eder. Son derece idealleştirilmiş ve baskıcı bir unsur taşıyan, kendinden feragat edereek yalnızca ötekilerle ilgilenen, anne olarak kadın kavramının kadınlar arasında katlanarak çoğalmasına neden olur.
Dostluklar, her bir dostun sırf onun adına ötekine duyduğu sevgi ve ilgiyi gerçekten yansıtacaksa, dostlar arasında özdeşlik ve bütünlüğe yapılan vurguyla her bir dostun ihtiyaç ve isteklerinin dışavurumu ve yerine getirilmesi arasında bir denge kurulmalıdır.
Dostluk, ulaşılan bir hedeftir: Bağlı olduğu denge unsuru asla basit bir biçimde verili değildir, daima korunmalı ve yeniden üretilmelidir. Özdeşlik ve farklılık arasındaki gerilimle uğraşmak dostların işidir. Gelgelelim, bu, duyarlılık, algılama yeteneği, cömertlik ve dürüstlük gerektiren bir başarı olarak niteleniyorsa da asla bir görev olarak nitelenemez. Kant’ın dediği gibi, görevimiz olduğunu düşündüğümüz için değil, bunu istediğimiz için, dostluklarımızın sağlam kalmasına çalışmalıyız. Bu istek de, öncelikle başkasının ihtiyaç ve isteklerini yerine getirme amacıyla değil, sırf dost adına dosta duyulan ilgiden kaynaklanmalıdır.
Ne var ki, dostların kendi çıkarlarını dışavurması, onların özellikle paylaştıkları ortak şeylerden tat almalarıyla, her birinin bireyliğini ötekiyle uzlaştırması arasındaki dengenin kurulması ve korunmasında zorunlu bir rol oynar. Farklılığı kabul etme ve onunla uzlaşmaya gönüllü olma, dostluk açısından, duygusal derinlik ya da dostunu kollama ve ona duyarlılık gösterme yeteneği kadar önemlidir. İnsan, özellikle modern dünyada ötekini anlamanın sınırlarını kabul ederek dostunun ayrılığı ve bağımsızlığına saygı duymalıdır.
Sartre’ın her türlü kişisel ilişkideki kaçınılmaz bir olgu olarak öne sürdüğü, dostların karşılıklı birbirlerinin ayrılığını tanıma olgusu olmaksızın modern dostlukta altı çizilen özellikler -seçme özgürlüğü ve duygusal bağlılık- dostluk ilişkileri için bir tehdit haline gelebilir. Çünkü idealleştirilmiş dostluk kavramlarının vurguladığı samimiyet ve özdeşlik duyguları yanlış anlamalar ve anlaşmazlıklarla zedelendiğinde, bu, bir dereceye kadar kopması kaçınılmaz bir fırtınanın kabulü yerine, o ilişkinin bitmesi demek olabilir.
Birçok bakımdan ona karşı çalışan bir dünyada, dostluğun yalnızca olanaklı değil, aynı zamanda var olması hiç de önemsiz değildir. Bu, dostluk ihtiyacımızın derinliğinin bir kanıtı olduğu kadar, kendi acil kaygılarımızın ötesine geçerek başkasının kaygılarına yanıt verme kapasitemizin de bir kanıtıdır. Bunu hem ihtiyaç hem istekten dolayı yapıyor olmamız, ahlâkî varlıklar olarak doğamızın ümit dolu bir tablosunu ortaya çıkarmaktadır. Dostluk, tercihe dayalı bir ilişki olması dolayısıyla kesinlikle ahlâkî yaşamdaki son söz değildir, ama başlangıca ait ve ilksel olanlardan biridir.
Egoistin ‘dost’unun sadece onun bir uzantısı olmasında yatan anlam, gerçek dostlukta kişinin kendisinden ve kendi çıkarlarından ayrı olarak dostunun ve onun çıkarlarının değerini takdir etmesinin önemini vurgular. Dost adına dost için kaygılanmak bu iki çıkar grubunu ayırmayı ve ikisinin de hakkını gözetmeyi gerektirir. Oldukça popüler olan, dostların karagün için olduğu fikrinin aksine -“Gerçek dost sana muhtaç olan dosttur”- Nietzsche bir keresinde dostlar arasındaki bağı yaratan şeyin insanın dostunun iyi talihini takdir edebilme yeteneği olduğunu söylemiştir: “Kederli zamanda anlayış göstermek değil, sevinçli zamanda dostluk etmek insanları dost yapar”.
Dostunun iyi talihi karşısında imrenme ve rekabet duygularına kapılmayan ya da dostunun heyecanını ve sevincini azaltmadan bu duygularla başa çıkabilen bir insan gerçekten dostunu düşünebilme yeteneğine sahiptir. Bu yetenek ya da karakter özelliği dostluktaki herhangi bir görev ya da sorumluluk duygusunun dostlardan talep edebileceği bir şey değildir.
Dostluk, karmaşık ve hassas bir ilişkidir, çatışan talepler kolayca bu ilişkinin gerilmesine yol açabilir. İlişkide, iki taraf için de kabul edilebilir olan bir dengeyi sürdürmek için karşılıklı konuşup anlaşmayı ve uzlaşmayı gerekli kılar. Bu hassasiyet, vurgunun en azından modern Batı toplumunda, bireyin üzerinde olmasıyla ve bununla ilintili olarak ritüel ya da daha resmi ilişkilerde açık biçimde ortaya konan gereklilikler ve görevler konusunda çekilen yoksunlukla açıklanabilir. Modern aşk gibi, dostluk da sürekli bir duygusal bağlılık talep eder. Oysa daha resmi ilişkiler bunsuz da kalıcı olabilir. Bu bağlılık geçip gittiğinde, dostluğu ayakta tutmak için yapılabilecek hemen hiçbir şey yoktur.
Sandra M. Lynch
İZDİHAM