İzdiham Dergi

Selanik Yöresine Ait “Çalın Davulları” Türküsünün Hikayesi

Selanik yöresine ait oldukça hüzünlü ve bir o kadar da anlamlı olan Çalın Davulları (Selanik Türküsü) Türküsünü bilmeyeniniz yoktur. Zira Mustafa Kemal Atatürk’ün de en sevdiği türkülerden birisidir bu. Zara’dan Orhan Hakalmaz’a, Sevcan Orhan’dan Sezen Aksu’ya ve hatta Suzan Kardeş’e kadar birçok sanatçının da seslendirdiği bu türkü birçok film ve dizide de çalınarak halka duyurulmuştur. Hulusi Üstün’ün kitap haline getirdiği ve Pozitif Yayınları tarafından 2003 yılında basılan Türkü Öyküleri kitabından alıntılanan bu türkünün hikayesini şu şekilde kaleme almıştır;

Nedir suçu o eski şehrin ki adına yakılan türküler “Selanik Selanik, ıssız kalasın…” diye bir ilenmeyle başlar. Bir şehir için dile getirilebilecek en büyük beddua ıssız kalmasını istemek olmaz mı? Belki bu yüzden terk edip gitti o şehri şenlendiren feraceli kadınlar, kırmızı fesli, kaytan bıyıklı kumral delikanlılar… Bu türküyü söyleyenin ahı tuttu belki de Selanik’i; Saatli Selimpaşa Camii’nin cemaati dağıldı, bezirganlar Hamza Bey bedestenini boşalttı, Islahhane hamamının kurnalarından kaynar sular akmaz oldu, Alaca İmareti yıkılıp gitti, İkilüleli tekkesindeki zikir sesleri kesildi. Bu türkünün ilenciyle asırlık çınarlar devrildi, suyu soğuk çeşmeler kurudu, cumbalı evlerin kafesli pencerelerindeki utangaç kızlar kayboldu. Baldıranlar sardı o güzel şehrin bahçelerini, bağlarını, bir asra yakındır ki Selanik yarsız kaldı, Türkçe’siz kaldı, Türk’süz kaldı…

Niye başka şehirler gibi övülmez türkülerde Selanik?

Oysa alabildiğine göz alıcı, alabildiğine çekici, alabildiğine sevgiliydi bir zamanlar.

Varda Vadisinin ağzında Kolkidike ve Olimpos dağları arasına kurulu Selanik, rengin her çeşidini barındıran bir çiçek tarhı gibi iken, çarşısında, pazarında, bedesteninde envai çeşit lisan dillenirken, körfezinde küfürbaz Rum kayıkçılar siya siya seyrederken, akşam saatleri esmer tenli dertsiz Çingene kadınları yollarda çiçek dağıtırken, Pomak’ı, Yahudi’si, Avdeti’si, Rum’u, Ermeni’si, Arnavud’u, Türk’ü, birlikte yaşamaktan gocunmaz iken,

Selanik bizim iken, biz Selanikli iken…

Şehrin eski merkezinde, Türklerin Hortacı Süleyman Efendi dedikleri camii civarında, Rumların Hortacıdes dedikleri semtin Şadırvan mahallesine bakan yönünde zaptiye binası yakınlarında çeşit çeşit kumaşla dolu büyük bir manifatura dükkanının sahibiydi Rendalı Rüstem Ağa. Selanik’in tamamen Türk olan mahallesiydi buralar. Karşıdan Susam değirmeninin ve derviş tekkesinin koca kapıları görünürdü.

Belindeki on iki kat Tarablus kuşağından gümüş sat kösteği sarkan pala bıyıklı, esmerce bir yörük esnaftı Rüstem Ağa. Selanik’in hanımları onun dükkanındaki kumaşlarla giyinirdi. Dallı güllü basmalar, ağır kadifeler, Şam işi ipekliler, Selanik dokumaları zarif elbiseler, renk renk feraceler olup salınırdı Rumeli kızlarının sırtında.

Üç beş delikanlı dükkanın içinde sağa sola koşturup müşteriyle ilgilenirken o, Hortacı Camii’nin önündeki asmalı sokak kahvesinde, sulanıp serinletilmiş bir çınar gölgesinde elma kokulu nargilesini fokurdatır, bol köpüklü şekersiz kahvesini yudumlayıp otururdu.

21 Ünlü Türk Ressamın Kadın Figürlü Tabloları

Ah Selanik, ne güzeldi çınar altlarına yerleştirilmiş taburelerden oluşan kahve köşeleri varken.

Dağına göre kış verirmiş Yaradan. Rüstem Ağa gözü gönlü tok, işi tıkırında, koca konağı dolum dolum bir esnaftı. Kaç kişi karın doyuruyordu kapısında. Atlarına bakanlar, aşını kaynatanlar, Nasıriç taraflarındaki çiftliğini çekip çevirenler, dükkanı işletenler… Geçimden yana derdi yoktu Rüstem Ağa’nın ama ne çare ki ezelden böyle koymuşlar kuralı; zemheri ayında gül bulunur da başı dertsiz kul bulunmaz alemde. Rüstem Ağa’nın da içini kemiren bir kuruntu vardı nicedir. İyi hoş, çift çubuk, ev bark, dükkan kiler vardı ama ne olacaktı yarın? Selanik’in sayılı esnafından Rüstem Ağa’nın bir oğulcuğu yoktu yazık. Bunca mala bakacak, kendisinden sonra ocağını tüttürecek, soyunu sürdürecek bir erkek evlat vermemişti Hak Teala bu kuluna. Üç kere evlenmiş, beş kız sahibi olmuştu, işte yaşı altmışa dayanmış fakat erkek evlat görmemişti kucağı. Nargilenin hoş kokusuna kendisini bırakınca bu düşünceler içinde boğulup gidiyordu. Çark gibi dönen düzeni boş geliyordu gözüne, eşin dostun içine girip dünya dertlerini laflarken diline takılıp kalıyordu bir şeyler. Ne olurdu bir erkek evladı olsa da huzurla yumsa gözlerini şu dünyaya. Adına hayır hasenat yapıp soyunu sopunu sürdürseydi. Haktan gelene rıza göstermek, nimete şükür etmek öğretilmişti ona. Sabah namazı vakti çıkıp çalışanları kontrol etmekle geçerdi günleri. Kazanç bol, düzen iyi de kafasında bir tek oğul endişesi…

En küçük kızı on altısına yeni girmişti daha. Güleç yüzlü, gözleri tütün rengi, dişleri sedeften daha parlak, gamzesi can alıcı ok temreni gibi, perçemleri ak kağıda benzer yüzüne yol yol dökülen bir dilber. Başı mavi yazmayla sıkmalı, elleri bir bebek eli gibi beyaz ve küçücük…

Adı Fitnat…

Rüstem Ağa’nın malını mülkünü bilenler Fitnat’a eş olmak için can atıyorlardı. Her gün kapısını aşındırıyordu görücüye gelenler ama kıyamıyordu Rüstem Ağa kızına. İstemeye gelenlere “vakti var” dedirtiyordu. “Fitnat feraceye gireli kaç gün oldu daha. Çocukluğuna doysun, babasının yüreğine esenlik olsun.” Zamanı gelince o da bulurdu evini ocağını. Diğer evlatları evlenip yuva kurmuştu ve bir Fitnat kalmıştı konakta. Akşam evine döndüğünde o karşılıyordu babasını, yüzünde gülücüklerle sarılıyordu boynuna boğazına, sırtından ceketini alıyor, sıcak su ibriğini hazırlıyordu abdest için.

Fitnat bunca güzel olmasaydı, bunca sevilmeseydi belki bedduası böylesine yakıp kavurmazdı Selanik’i…

Bir yaz günü Selanik yakınlarındaki Mazganlı adında bir Türk köyünden şehre gelmiş bir delikanlının yolu düştü Rüstem Ağa’nın dükkanına. Avucuna aldığı kumaşları sıkıp kontrol etti bu delikanlı. İpeklilerin parmakları arasından kayışını izledi. Sonra biraz elbiselik, biraz mintanlık kumaş seçti. Kuşağının içinden parayı çıkarırken Rüstem Ağa daha önce dükkanına gelmemiş olan bu gence nereli olduğunu sordu.

-Mazganlı’danım, birkaç cambaz arkadaşla koyun getirdik Selanik pazarına.

Rüstem Ağa güldü bu çoban tavırlı köylü gence.

-Hayvanların hepsini sattın demek. Taa Mazganlı’dan buraya getirdiğine değdi mi bari.

-Getirmeyip ne yapacaktık. Aslında niyetim burada kalıp bir iş tutmaktı ama bulamadım. Hayvanları sattım, biraz kumaş, şeker, tütün alıp köye döneceğim, cevabını verdi.

-Anan baban var mı?

-Mazganlı’da ikisi de yaşıyor. Dört erkek kardeşin en küçüğüyüm.

Bir erkek evladın hasretini çeken Rüstem Ağa kara gözlerini yere eğip iç geçirdi hafiften. Dört oğullu babalar da vardı dünyada ve oğullarını göz önünden ayırıp iş bulmaya yolluyorlardı demek. İçinde yanıp duran oğul özlemi dürtüsüyle bu aydınlık yüzlü delikanlıya bir iyilik etmek geldi birden aklına.

-Nedir senin adın be delikanlı?

-Mehmet.

-Ne iş yaparsın sen?

-Hesaba kitaba aklım yatar, akçeden dirhemden, arşından endazeden anlarım. Ne iş olsa yaparım.

Delikanlının cevabı yaşlı tüccarı güldürdü. Mazganlı’nın insanlarını tanırdı. Her biri sağlam, güvenilir adamlardı. Nicedir dükkanın işlerinin yetişmediğinden şikayet ediyor, çalışanların yükünü hafifletecek birini arıyordu. Aklına gelen ilk şeyi söyleyiverdi bu gence.

-Gel çalış bu dükkanda. Ekmeğin aşın, uyuyacağın damın benden. Sırtına elbise alır, içebileceğin kadar tütün veririm, birkaç kuruşla da emeğinin hakkını öderim.

Beyaz keten mintanlı delikanlı başındaki kızılı soluk fesi çıkarıp alnının terini sildi. Şaşırmıştı bu ani teklif karşısında. Gülümseyerek elini uzattı Rüstem Ağa’nın iri kemikli ellerine. Hararetle cevap verdi ardından.

-Daha ne isteyim Allah’tan be Ağam. Sen münasip gördüysen biz de senin güvenine layık olmaya çalışırız ancak.

Hemen o gün işe koyuldu Mazganlılı delikanlı. İki üç parça eşyasını sakladığı kilimden heybesini bir kenara koyup işe soyundu. Dükkandaki üç çalışandan biri oldu. Her geçen gün hallettiği her güçlük Rüstem Ağa’nın gözünde kıymetini artırdı. Yaşlı tüccar ilk kez gördüğü bu gence lütufta bulunduğu için pişman değildi. Aksine gün geçtikçe Mazganlı Mehmet’e olan güveni, inancı artıyor diğer çıraklara yükleyemediği sorumlulukları Mehmet’e teklif etmekten çekinmiyordu. Kurulu yay gibi her an harekete hazır bir gençti Mehmet, kolay öğreniyor, çabuk yorulmuyordu. Onu böyle gayretle çalışır görünce iç çekiyor,

-Ah, diyordu Rüstem Ağa. Hak bana böyle bir oğul vereydi ne olurdu.

Aklının ucuna gelmezdi bu Rumeli delikanlısının ki; gün gelir onun kemikleri toz olup mezarının yeri bilinmeze karışır da türküsü şehirler, denizler, dağlar ötesinde dile gelir. Her dile getirilişinde Selanik’ten çıkıp uzak diyarlarda yeni yaşam kurmuş Rumelililerin çocuklarının içini yakar. Garip, tuhaf, adı konulmaz bir gönül yangınının acısını duyar her biri içinde. Yazık ki Selanik’te bilinmez olur adları sanları. Arşın arşın kumaş sattığı bu dükkanın yerinde, Hortacı Camii’nin avlusunda, Susam değirmeninde ondan bir iz kalmaz, onun şarkısı duyulmaz olur…

Elinin ulağı olmuştu Rüstem Ağa’nın. Bütün gün istenilen her işe koşuyor, terliyor ama yüzünden gülümsemeyi eksik etmiyordu. Akşam olunca tütün denklerinin arasına serili şilteye uzanıp uyuyordu. Kendisine verilenle yetinmeyi biliyordu Mazganlılı Mehmet. İşi, başlangıçta kumaş toplarını indirip bindirmek, dükkanı süpürüp temizlemek iken, zamanla tezgahın başına oturacak kadar güven kazanmıştı.

Günler geçti, Rüstem Ağa Mehmet’e iş verdiğine pişman değildi. Mehmet de burada çalışıyor olmaktan hoşnuttu. Dükkana gelen müşterilere de, çevre esnafa da kısa zamanda sevdirmişti kendisini.

Bizim Selanik

Rüstem Ağa onu kimi zaman evine yolluyor ya unuttuğu bir eşyayı aldırıyor ya da çarşıdan aldığı nevaleyi eve ulaştırıyordu onunla. Her seferinde kapının arkasına yarım saklanarak gencin uzattığı torbayı serçe ürkekliğinde, güvercin beyazlığında, kuşkonmaz narinliğinde bir el içeri alıyordu. Mehmet başını eğip çekiliyordu kapıdan. Ama adı üstünde delikanlıydı o da. Oturup uzun boylu düşünecek çağda değildi, çakır gözlerindeki ışıltıyla kandırıverdi bu beyaz ve küçücük ellerin sahibini.

Sözden çok gözlerle anlaşılırdı o demlerde…

İki genç cahil akla uyup bir akşam çiftliğin samanlığında, balyaların arasında görüşüverdi ayaküstü. Tanrıdan başka hiç kimsenin görmediği karanlık bir köşede birbirlerinden utanarak fısıldaştılar. Fitnat, Mazganlılı delikanlıya gönül verdiğini itiraf etti. Bu deli oğlana ellerinin sıcaklığını teslim etti.

O akşamın ardından gelen bütün akşamlar iki genç için de sıkıntılı geçer oldu. İkisi de birbirinden ayrı yerlerde büyüttüler içlerindeki isteği. Olduğundan farklı görünemezdi o devirlerde insanlar, bu yüzden iki gencin de duruşundan, oturuşundan aşk sarhoşu olduğunu seziliyordu. Fitnat kızın falına bakan komşu hanım çilli bakla tanelerinde çakır gözlü kumral bir delikanlı görüyordu. “Dolunaylı bir gecede aynaya bakıp Yasin okursan sen de sevgilinin yüzünü görürsün,” diyordu. Mehmet sokaktan geçen her pembe feraceli kıza doğrulup bakıyor, sonra beklediği yüzle karşılaşmamanın kırıklığıyla yere indiriyordu gözlerini.

Rumeli sevdalar diyarıdır zaten. Her köyü her şehri sevda şarkılarıyla anılır hala. Temiz, içten ve gerçek yürek yangınıdır buralarda yaşanan. Rumeli rengarenk bir ebru teknesini andırır biraz da. Envai çeşit renk birbirine girer, alacalanır, dalgalanır. Yaşanmış sevdaları, yakıcı hasretleri ebedileştirmek için söylenir orada türküler. Ritmin, temponun, melodinin her çeşidinin kolkola girdiği bir diyardır orası.

Mehmet, velinimeti Rüstem Ağa’ya açılıp kızına duyduğu sevdayı söylemeye çekinedursun, bir oğlun özlemiyle yaşayan Rüstem Ağa da aklından geçirmiyor değildi bu delikanlıyı damat etmeyi. Aylarca sınamış, görev vermiş ve Mehmet’in ne denli sağlam bir delikanlı olduğunu görmüştü. Bir yatsı vakti sedirinde oturmuş sigarasını tüttürürken hanımı açıvermişti konuyu.

-Fitnat’ta son günlerde bir gariplik var ki sorma. Bir ananın gözünden kaçmaz kızının hali. Bu kız senin dükkandaki deli oğlana tutuluverdi galiba. Birbirlerinin gözlerinin içine dalıp kalıyorlar. Birisi sokaktan Mehmet’in adını ünlese bizim kız yarışa çıkacak kısrak gibi eşelenip duruyor. Bir delilik yapıp bu ne cins olduğu bilinmedik oğlana kaçmasın, adımızı sanımızı karalamasın.

Rüstem Ağa karısını şaşırtan bir hoşgörüyle gülümsedi,

-Genç bunlar hanım. Öbür dört kızımı nasıl el evine gelin gönderdiysem bunu da bir gün yuvadan uçuracağım. Mehmet’ten daha uygununu nereden bulacağız. Eli iş tutar dürüst namuslu bir genç. Kızı isteyecek olursa veririz. Biz dünyadan el çekecek olursak gözümüz arkada gitmez.

Babasıyla anasının yaptığı bu konuşma Fitnat’ın kulağına gittiğinde elindeki sürme hokkasını, gümüş aynayı bir tarafa atıp sıçrayıverdi yerinden. Sevincinden güz elması gibi kızardı yanakları. Eli ayağı birbirine dolaştı. Nerede var nerede yok bahçıvanın kızını bulup haber gönderdi Mehmet’e,

-Sevenin işini Tanrı kollarmış Mehmet’im. Haber uçur anana babana da gelip istesinler beni.

Adı yüce Kadir Mevla’ya şükretti Mehmet. Ertesi sabahtan tezi yok, birkaç günlüğüne ana babasını görmeye gideceğini söyleyip izin aldı Rüstem Ağa’dan. Evdekilerin gönlünü etmeyi kolaylaştıracak türden birkaç parça hediyeyi heybesine koyup çekti dükkanın kapısını. Uçarcasına geçti Hortacılar Camii’ni, Mazganlıya giden bir at arabasına atlayıp yola çıktı…

Fitnat kıpır kıpır yüreğiyle Mehmet’in ana babasının görücüye geleceği günü saymaya başladı.

Mehmet, Mazganlı’daki evinde özlemle karşılandı. Kocamış ana babası yürek şenliği evlatlarına sarılıp neler yaptığını sordular. İyi görmüşlerdi Mehmet’i. Elbiseleri pırıl pırıl, yüzü gözü ışıltılı, bakımlı ve sağlıklıydı. Endişelerinin yersiz olduğunu görmek sevindirmişti onları. Mehmet çalıştığı dükkandan, kaldığı yerden, Rendalı Rüstem Ağa’dan ve onun güzel kızından bahsetti. “Görüştük anlaştık, istemeye gelsinler, gerisi kolay dediler. Hatırımı kırmayıp giderseniz muradım yerine gelir” dedi. Bu ani istek her ne kadar ana babayı şaşırttıysa da oğullarının içini ferahlatıcı sözler söylediler. Tabii ki evlenme yaşı gelmişti. Eğer bahsettiği kıza gönlü ısındı, gözü beğendiyse ana babaya kalkıp kapılarına gitmek düşüyordu.

Bir sabah Rüstem Ağa’nın Hortacı’daki evinin önünde duran yaylı at arabasından iniverdi yaşlı karı koca. Kapıda kendilerini karşılayan ev hanımına “Mehmet’in ana babasıyız, ziyaretinize geldik” dediler. Ummadıkları bir sıcaklıkla karşılandılar. İçeri buyur edilip gül suyuyla serinletildiler, cevizli lokumla ağızları tatlandırıldı. Köpüklü kahveler geldi. Gördükleri zenginlik karşısında biraz ezile büzüle geliş nedenlerini anlattı karı koca. Oğulları Mehmet’e Fitnat’ı istiyorlardı Allah’ın emriyle. Rüstem Ağa gülümseyip baş salladı.

-Ben de Fitnat’ın anasını baba evinden ayırıp getirdiydim. Bu dünyanın düzeni böyle, edersin bulursun, diye şaka yaptı ve ekledi. Kaderin yazdığını kullar silemez. Hayırlıysa, Hak Teala yazdıysa olur. Oğlunuzu biliriz, severiz. Lakin demem o ki kocamış bir karı kocayız biz. Bu kız evimizin şenliği, aksak ayağımızın asası. Evlenecek olursa damat bizim evimize gelsin, içimizde kalsın, kızı bizden koparmasın dileriz.
Mazganlılı ana baba birbirine bakıp baş salladı. Bu konu düşündürüyordu onları zaten. Dört erkek evlat sahibiydiler ve evlendiğinde Mehmet’i yanlarına alamazlardı. Köyde ne iş yapacak, nasıl geçinecek. Bu nedenle Rüstem Ağa’nın teklifinden son derece hoşnut olup cevap verdiler.

-Niyetimiz sizinle hısım olmaktır, hasım olmak değil. Oğul bizim olduğu kadar sizindir de. Bu koca şehirde onu yanınıza alıp iş güç sahibi ettiniz, hoşnut kaldınız. Yanınıza da alabilirsiniz, bu bize şeref verir.

Fitnat kapı arkasında konuşmaları dinlerken sevinçten uçuyordu. Her şeyin kendi istekleri doğrultusunda bu kadar kolay gelişmesi onu şaşırtıyordu.

Usulen teklifi kızlarına götüreceklerini söyleyip yolcu ettiler gelenleri. İç güveyi alacaklarına göre beklemeye gerek yoktu. Fitnat olur verirse Nasiriç’teki çiftlikte davul çaldırılıp düğün yapılır, yeni bir yuva kurarlardı evleri içinde.

Rüstem Ağa’nın evinde bunlar olup biterken Selanik’in üstünde kötü günlerin ağırlığını taşıyan bulutlar uçuşuyordu. Sadece Selanik değil, bütün Serez bölgesini adına kolera denilen bir hastalık kasıp kavurmaya başlamıştı. Kimisi bu hastalığın Selanik limanlarındaki
ecnebi gemicilerden yayıldığını söylüyor, kimisi Balkan içlerinde alevlenen savaştan kaçıp şehre sığınan göçmenlere bağlıyordu her şeyi. Azrail kol geziyordu ortalıkta. İstanbul’dan doktorlar, sıhhiyeciler akın etmişti Selanik’e. Gün geçmiyordu şehrin eski camilerinin minarelerinden sala sesi duyulmasın, sıra sıra cemaat cenaze namazına durmasın, çocuklar kadınlar teneşir başlarında ağlamasın.

Selanik için felaketin başlangıcıydı belki bu. Belki bu koca şehir gelecek kötü günler için kahırlanıyor, silkiniyordu.

Bu kötü günler yaşanırken iki aile tekrar bir araya gelip gün kararlaştırdılar. Mehmet zaten Rüstem Ağa’nın yanında çalıştığından düğün gününü uzatmak yanlış olur, çevrede laf söz edilirdi. Üç hafta sonra temmuz ayı sonunda düğün yapılacaktı. Düğün yeri Rüstem Ağa’nın Nasiriç’teki çiftliği.

İki genç her şey olup bitmiş gözüyle bakıyordu artık. Mehmet o evin çocuğuydu bundan sonra. Rüstem Ağa’nın konu komşusu bu ani evlilik kararını duyduğunda yadırgamıştı gerçi. Koca tüccar kendine yakışır birini damat etmeliydi onların fikrince. Ama kimileri ocağını tüttürecek oğlu olmayan Rüstem Ağa’ya hak da veriyordu. Ahir ömründe yakınında evladı gibi bileceği birine ihtiyacı vardı çünkü.
Düğün gününe bir hafta kaldı kalmadı…

Kafes içinde saklanan, doğru dürüst kimselerle görüşmeyen Fitnat kıza Selanik’i yakıp kavuran illetin nereden bulaştığını kimse anlayamadı. Başlangıçta önemsemedi, anlamadılar onun suskunlaşıp solmasını. Evlenecek olmanın heyecanına bağladılar. Çünkü daha çok şehrin yoksul mahallelerinden can almıştı bu dert. Ama gün geçtikçe düğün günü yaklaştıkça güçten düştü, eridi, bütün vücudunu saran ateşi dindirmeye elma sirkesine batırılmış tülbentler yetmedi. Ana babayı bir telaş aldı ki benzeri yok… Hastaneye taşıdılar hemen. Yaşlı bir Yahudi doktor muayene etti genç kızı ve gözleri yaşararak ana babanın duymamak istediği o illetin adını söyledi. “Kolera.”

Yüzlerce can alan illet Fitnat’a da pençesini atmıştı demek. Rendalı Rüstem Ağa çaresizlik içinde kıvranıp durdu. Heyecanla düğün gününü bekleyen Mehmet’e nasıl duyuracaktı bu haberi. Delikanlı zaten olağanüstü bir şeyler olduğunu seziyordu ama nasıl söylenirdi nişanlanıp birkaç güne kadar evleneceği eşinin kolera illetine tutulduğu, günden güne yaşama tutunan elinin gevşediği…

Güçten düşmüş ölüm bekleyen hastalarla dolu Alaca İmaretine taşıdılar Fitnat’ı. Baş ucunda hastabakıcılar, tabipler dönüp durdu kuş misali. Vakit geçtikçe gevşiyordu yaşama tutunmasını sağlayan bağlar. Tütün rengi gözlerinin feri sönüyor, gül yüzü sararıp soluyordu. Selanik küsmüştü taşını toprağını şenlendiren sevdalılara. Devran dönmüş olmalıydı ki kader sevenleri ayırıyordu.

Koca dünyanın karanlık devri gelip çattı.

Selanik bir bitimsiz kuru yaza teslim oldu ki sıcağı kavurup bıraktı yüreklerdeki baharı.

Dün şen çingenelerin lavta sesleriyle çınlayan konak duvarlarında ölüm ağıtları çınlar oldu.

Camiler, kiliseler havralar karalara bürünmüş insanlarla doldu.

Fitnat kız yakasına yapışan bu devasız derdin kendisini alıp götüreceğini anlayıp kaderine boyun eğdi. Gün be gün ağırlığı daha bir dayanılmaz hal alan hastalığın pençesinde kıvranırken türkülere döktü içini. Halsiz dudaklarından hep yeşil kalan ümitlerini solduran, güler yüzü yalancı dünyaya sitemler eden, kara bahtına ilenen sözler döküldü.

Çalın davulları çaydan aşağıya
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya
Suyumu kaynatın kazan doluncaya…

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver.
Al başımdan bu sevdayı götür ağyara ver.

Ve solgun dudaklarında yarım kalıverdi türküsü…

Böyle olur hep. Dünyanın kanunudur bu. Ölümle doğum, mutlulukla keder hep at başı gider… Hiç kimse yoktur ki yazgı onun beklentilerini hep gerçekleştirsin, hep yeşil kalsın ümitleri, ayrılık acısıyla ölümün yıkıcılığını tatmasın… Hiç kimse yoktur.

Fitnat’ın da yaşama tutunduğu soluk kesiliverdi bir kara gecede. Sabah seherinde çığlıklarla kaldırdılar cesedini, tazecik vücudunu yıkayıp namazını kılmak üzere Hortacı Camii’ne taşıdılar. Kara bulutlarla kaplı Selanik göklerini Hortacı Camii’nden yükselen sala sesleri çınlattı. Türküde dile getirdiği gibi boyunca mezar kazdılar, suyunu ısıttılar kaderi kadar kararmış, nice sevgililerin eşlerini son kez yıkamış kazanlar içinde. Davullu zurnalı gelin edilecekken tazecik vücudunu kara toprağa hazırladılar.

Birkaç güne kadar evlenip kuracağı yuvasını ve sevgili Fitnat’ına kavuşacağı günleri düşleyen Mazganlılı Mehmet, nasıl olup da her şeyin birdenbire felakete dönüştüğünü anlayamamanın şokundaydı. Hortacı Camii’nin bir köşesine çöküp Fitnat’ını bırakacağı kara toprağı ıslattı gözyaşlarıyla ve ilendi Selanik’e,

Selanik içinde sala okunur,
Salanın sedası cana dokunur.
Gelin olan kıza kına yakılır.

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver.
Al başımdan bu sevdayı, götür ağyara ver.

Yolunu yitirmiş kuşlar konar oldu Fitnat kızın hece taşına. Ölüm tez gelmişti garip kızın başına ama ne çare karışılmaz, sorgu olmaz kadir Mevla işine…

Ya Selanik ne oldu Fitnat’ı taze ümitleri, sıcacık yüreğiyle toprağa alınca. Güneş aynı yerden doğup aynı tepelerden mi battı. Aynı serinlikle mi okşadı yüzleri yaz esintileri. Çarşısı pazarı envai çeşit lisanla şenlendi mi yine. Şen çingeneler genç yüreklerin ağırbaşlı sevdalarını dile getirdi mi şarkılarda. Cumbalı konaklara ne oldu ya, asırlık çınarlara ve alabildiğine açık mavi gökyüzüne ne oldu. Onlar da değişti Fitnat ölünce. Bu yazgısı kargaşık yazılmış kızın ilenmesinden midir ne, gülünden bahçesinden, şenliğinden sıyrılıp yas diyarı oldu Selanik.

Selanik Selanik… Issız kalasın.
Taşına toprağına bre dostlar, diken dolası
Sen de benim gibi yarsız kalasın.

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver.
Al başımdan bu sevdayı, götür ağyara ver.

Issız kaldı Selanik çok geçmeden… İnsanlar kimliklerini de yanlarına alıp ayrıldılar bu şehirden.

Her biri Fitnat kadar güzel olan ak yüzlü güleç kızlar, kumral delikanlılar, beli kuşaklı kocamışlar, feraceli hanımlar yollara düştü. Dağılıp parça parça oldular. Savruldular dünyanın dört bir yanına. Yüreklerini ölümden beter bir vatan hasreti yakıp kavurur halde terk ettiler diyarlarını. Çeşmeler akmaz oldu, minareler şakımaz oldu, çınarlar devrildi köşe başlarında. Şen yuvaların bahçelerini baldıranlar, dikenler sardı. Mazganlılı Mehmet de, Rumeli’nin incisi Selanik de yarsız kaldı, Türkçe’siz kaldı, Türk’süz kaldı.

Gittiği yerde iğreti bir göçmen olup kalıverdi ahali. Hiçbiri koyup gittiği yurdundaki düzenini kuramadı. Her birinin gözünde günden güne belirsizleşen, silikleşen bir Selanik görüntüsüyle, dilinde öyküsünü unuttukları Fitnat kızın ilenmesi, kargışı kaldı…

Selanik’teyse artık ne Rüstem Ağa’nın dükkanını, ne Hortacı Camii’ni, ne Mazganlılı Mehmet ile Fitnat’ı, ne de onların garip sevdasını bilen kimsecikler kalmadı.

Selanik (Çalın Davulları) Türküsünün Sözleri;

Çalın davulları çaydan aşağı
Mezarımı kazın belden aşağı
Suyunu da dökün boydan aşağı

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik Selanik viran olası
Taşını toprağını seller alası
Sen de benim gibi yarsız kalası

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik içinde selam okunur
Selamın sedası cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

turkusu.com
“İZDİHAM

Exit mobile version