Selim İleri: Her Kitap Bir Suç İşlemektir
Roman, öykü, deneme, şiir, oyun, senaryo, inceleme, derleme alanında 50’nin üzerinde eseri olan ve bir dize ödül almış, ayrıntılı ve derin bir inceleme yaparak, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nda Türk Edebiyatı’nın tarihsel sürecini okurlara özetlemiş bir usta yazar Selim İleri ile bu sayımızda röportaj yapacağız. Kendisi isteğimizi kırmayarak Kulübümüzü ziyaret etti ve sorularımızı yanıtladı.
“O Aşk Dinmedi” ile Ayşe Sarısayın,” Selim İleri – edebiyat” ikilisini deşifre etmiş. Size ne soralım ki edebiyatta 50 yılınızı tarayan o “nehir söyleşisi” içinde yer almamış olsun?
Tabi bazı şeyler yer almadı, örneğin, senaryo ve sinema çalışmalarım. 17-18 tane filme çekilmiş senaryom var. Hala içimde sinemacılık özlemi devam ediyor. Benim eski yıllarda tutkun olduğum sinemayla bugün gelinen nokta birbirine uymuyor. Daha çok yeni bir sinema var, ben demode kalmış bir sinemanın hayranıyım.
Ayşe Sarısayın bu kitap için çok emek verdi, çok titiz çalıştı, böyle bir 50. yıl kitabını yayın evi istemişti. Düşündüm bunu ancak Ayşe yapabilirdi çünkü sizin okulunuzdan, Alman Lisesi’nden geldiğinden Türkiye’de hakikaten az rastlanan bir disiplinle çalıştı. Ayşe’ye rica ettim, başta beni kırmamak adına böyle bir çalışmaya girdi. Çalışmayı merak ederseniz ilk başta karşılıklı görüşme yoluyla yapmaya başladık. Fakat ben Ayşe’nin sorularına cevap vereceğim derken soruyu unutup konuyu başka yerlere getirdim. Zavallı Ayşe 40-50 sayfa yazdı, sonra ortaya berbat bir şey çıktı. Sonra bu işi yazışma yoluyla yapmanın doğru olacağına karar verdik.
Tabii ki bu kitapta yer almayan kendime sakladığım şeyler var.
Ortaokul, lise çağlarında çocukların oyunlarına bile katılamamışsınız, neredeyse hiç dans etmemişsiniz. Mutsuz, sıkça yalan söyleyen bir çocukmuşsunuz.
Evet, doğru bir iki defa dans ettim, ama o da ileri yaşta, gençken hiç. Şimdi yalan söylemiyorum ama gene söylerim. Kırıcı olmaktan kaçındığım anlar, herkesin hayatında olduğu gibi o anlarda susmayı veya yalan söylemeyi tercih ederim. Çünkü yaş aldıkça en büyük endişe insan kalbi kırmak oldu, onun da etkisi var zannediyorum. Çocukken yalanlarım durmadan yakalanırdı, niye bu kadar yalan söylediğimi bir türlü çözemiyordum. Bir dostum, bir gün “onlar yalan değildi, sen daha çocukluğunda hikâye yazmaya çalışıyordun”, dedi. Çok zarif değil mi? Benim içimi rahatlatmak açısından, hem de belki de öyleydi kim bilir.
Sizi kitaplara, edebiyata, yazarlığa yönelten, hazırlayan aile ortamınızdan biraz bahseder misiniz?
Ev kitap okunan bir evdi. Hem babamın mesleği itibariyle mesleki ve bilimsel kitaplar çoktu, hem de annem edebiyata meraklı bir insandı. Onun da herhalde etkisi var.
Çocukların yetişme sürecinde, hele bizim kuşak için başka kitaplar okursa dersine çalışmaz denirdi, bizim evde böyle şeyler olmadı. Tam tersine, çocukların okuyabileceği bol miktarda kitaplar alınırdı. Hatta Mehveş’in babası rahmetli Çetin Emeç ile ortak okuduğumuz kitap vardır; dostluğumuz da öyle başladı. Çocuklara Altın Masallar diye aslında ablamın kitabıydı.
Ablamın kitaplarından yararlandım, mesela Doğan Kardeş koleksiyonu vardı, onları okurdum, oradaki çizgi romanları Selma Emiroğlu çizerdi; onun Üç Kara Kedi Çetesi diye bir çizgi romanı vardı. Dönüp tekrar tekrar o sayfalara bakardım. Sonra ilkokul çağında Çocuk Haftası diye bir dergide hayatım çok derin izi olan Kemalettin Tuğcu girdi. Garip adlı bir romanın Kemalettin Tuğcu’nun tefrikası diyorlardı, o tefrikanın arkasından ben Kemalettin Tuğcu’nun birçok romanını okudum. İyi ki okumuşum. Hayatımda vicdan sahibi bir tarafım varsa Kemalettin Tuğcu’nun romanlarına çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum.
Yazdıklarınızla ilgili olarak diyorsunuz ki; “Bazen insan suçlu hissediyor kendini. Her kitap bir suç işlemektir.” Neden böyle diyorsunuz, nasıl bir suçluluk bu?
Benim açımdan iki yönlü bakabiliriz buna, bir yanı bende bıraktığı tatminsizlik, başta bir romana, bir öyküye başladığınız vakit, hayal âleminiz daha ışıltılı bir şey iken hiçbir zaman ortaya o ışıltılı sonuç çıkmıyor. Belki de iyi ki çıkmıyor, çıksa eğer, o ışık söner yazmayı bırakırsınız. Diğer yanı ise ister istemez gözlemlediklerinizi, hesapladıklarınızı, hatta bazen başkalarının hayatlarından aşırdıklarınızı yazıya döküyorsunuz, sonra ise keşke bunu yapmasaydım daha mı iyiydi diye bir suçluluk da oluşabiliyor.
“50 yıllık yazarlığımın temel unsuru birleştirici olmak, ideolojik yaklaşımların dışında insan olmak ve gönül eğitimi gerekiyor yazarlıkta, kültür yaşamamızda bugün hem dağılım hem de çöküş yaşanıyor, geçmişteki edebiyatımıza dönüp bakmıyoruz”, yine sizden bir alıntı. Peki, siz birleştirici olabildiniz mi? Neden çöküş ve dağılım?
Olamadım, olmayı çok istedim. Yetiştiğim yıllar da dâhil olmak üzere kamplaşmalar, cepheleşmeler, birbirini yok etmeler üzerine kurulu bir ortam vardı. Çok acı bir gerçek bu, yetmiş yaşında olduğum için artık bunu konuşabiliyorum, bir cephede yer almanız gerekiyordu. O cephede var olan bir takım son derece uzakken bir de o cephede olmadığınız takdirde hemen hemen hayatta kalınamazdı. Bunu çok yaşadık, bütün yazarlık yaşamım boyunca karşıma çok çıktı. Ben bu anlamda derin bir cepheleşmenin, gündelik siyasetin dışında hangi sebeplerde var olduğunu da hiçbir zaman çözemedim. Yani bir batı toplumu gibi sınıfsal tablosu çok ağır olan bir toplum değil burası. Ama ona rağmen bu sınıfsallık karşıma çıktı.
“Eskiden edebiyatçıların ikinci meslekleri vardı, benim bildiğim tek şey edebiyatçılık, benim için bir meslek oldu.” demişsiniz. Ben sizde bu yönelimin, edebiyata sığınmanın gençliğinizde tanık olduğunuz toplumsal sıkıntılardan ve çatışmalardan kaynaklandığını düşünüyorum, ne dersiniz?
Çok doğru, çok haklısınız. Belki o yıllarda bir hırstı yazmak, o gençlik yıllarında bir hırstı ama sonra dönüp baktığım vakit tek sığınağın yazmak olduğunu, hayatımdaki en yakın dostun, tek yoldaşın beni bırakmayan tek şeyin yazmak olduğunu düşündüm ve okurların demin de vurguladığım yakınlığı, ilgisi olarak kabul ettim. Yani 50 yıl boyunca yazı yazmaktan bunaldığım zamanlar olmuştur, zor geçitler olmuştur, fakat hiçbir zaman pişman olmadım. Dediğiniz gibi yalnızlığımı avutan tek şey edebiyat oldu. Ama yalnızca yazmak değil okumak açısından da bu böyle çünkü ben okumayı da yazmaktan bile daha çok seviyorum.
Başka bir mesleğim olsa idi diye aklınızdan geçer mi? Her insanın keşke şunları da yapsaydım diye kendini zaman zaman düşünmekten alamadığı şeyler vardır. Neleri yapamadınız?
Piyano çalmak isterdim. Çok isterdim, en çok istediğim şeydi ama hiç yapamadım. Müzik kulağım falan da yok, ilkokuldayken ders almıştık. Herkese hoca fevkalade derdi, bana da evladım sen sınıfına geri gön diye söylerdi.
Bir de resme tutkum var, resim yapıyorum.
Ortaokuldaki resim hocam Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı çok severmiş. Orta ikideydik, ihsariyeyi de sayarsanız orta üç, sınıfta hiçbir Allah’ın kulu Hüseyin Rahmi okumamış, bir tek ben okumuştum. Ders boyunca Hüseyin Rahmi konuşurduk. Sonra baktı herkese not atıyor ben de bir şey yok ama Hüseyin Rahmi uğruna bana sende sanat anlayışı var demişti.
Yine her roman bir otobiyografidir. “Ne kadar gizlese de her romanda yazarın kendisi vardır,”dediğinize göre sizi tanımak için bütün eserlerinizi okumak mı gerekiyor. En çok hangi romanınızda Selim İleri var?
Son yazdığım kitap Sona Ermek’te.
Bir roman ne kadar otobiyografi, ne kadar kurgu, sizin tabirinizle yapıntı, ne kadar gerçek ya da hayal olmalıdır sizce?
Bu yazardan yazara değişen bir şey herhalde. Bazı yazarlar gerçek yaşamdan yola çıksalar da gerçek kişilere pek fazla yüz vermeyip yapıtsal kişilerle yetiniyorlar. Ben öyle değilim. Tanıdığım insanlardan çok yararlandım. Çok ayıp bir şey yaptım belki ama insan şöyle düşünüyor; şu insanı yazabilirim, nasıl bir zihinsel yakınlık varsa o insanla sizin aranızda ondan bir şey çıkabilir düşüncesi kendinden oluşuyor. Gerçek hayattan çok çaldım ben bunu söylemekten hiçbir çekince görmüyorum.
Okumak, yazmak, bu edebiyat yolculuğunuz tamam. Onun dışında bizim de bildiğimiz, duyduğumuz tutkularınız, sevdalarınız var.Kişiliğini kadın olarak tanımladığınız İstanbul.Terk etmediğiniz, şeridini bile zor bulduğunuz daktilonuz. İçinde iyilik, sevgi, şefkat, biraz bastırılmış öfke barındıran eşsiz bir çift gözlü kadın olarak tanımladığınız Türkan Şoray. Niçin İstanbul, neden daktilo ve Türkan Şoray?
Şeridi şimdi bulabiliyoruz. İngiltere’de yeniden fabrikasyon değil de el ile imalat yapılıyormuş. Sağ olsun bir dostum halletti. İngiltere’de hala bazı lord ve lady’ler daktilo kullanıyorlarmış. Ben de kendimi lord olarak ilan ettim. Sevgili Ayşe Sarısayın eşi ile birlikte bana üç ay bilgisayar dersi verdiler ve sonuç sıfır.
Aslında bilgisayarın başına geçtiğim zaman yazabiliyorum. Cümleleri hiçbir şekilde edebi olarak kuramıyorum.
Türkan Şoray için öfke mi demişim? İnşallah okumamıştır. Hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Gençlik yıllarımda kör kütük âşıktım ona. Bütün Türk erkekleri âşıktı. Erkekleri bırakın kadınlar bile âşıktı. Hatta kendisinin anlattığı bir anekdot var bence çok önemli.
Bir kadın hayranı İstanbul dışında kendisini evine davet ediyor. Kadın yatak odasını göstermek istemiş. Yatak odasına girdim dedi, duvarda benim resmim var ve o zaman anladım ki kadınlar benim fotoğrafımı yatak odasına asacak kadar sevmişler. Türkan Hanım merhameti ve zarafetiyle çok az rastlanabilecek bir kadın. Bizim edebiyatımızın Dostoyevski’si yok ama sinemamızın bir Dostoyevski’si oldu diyorum Türkan Hanım’a.
Türkan Hanım o kadar alçak gönüllüdür ki küçük bir anımızı anlatmak isterim. 2017 yılında Arnavutköy’de bir lokantaya gittik. Cuma akşamıydı ve çok kalabalıktı. Çok insan masaya geldi. Birçok insan bana aldırış bile etmiyor, kimisi özür diliyor, ama masaya gelen her kişi için istisnasız ayağa kalktı ve sarılıp fotoğraf çektirdi. Sonra saat 23:00 civarı kalkalım dedim. O da kalkalım ama biraz kapıda bekler misiniz dedi, tabii dedim. Kalktık, lokantadaki bütün insanların tek tek elini sıktı ve öyle ayrıldı. Hakikaten hayatımın en unutamayacağım anlardan birisi oldu. Orada beklemek ve sıkılmak bir kenara dursun bir sanat eseri izliyormuşum gibi etkiledi.
“Ne zaman bilemem günün birinde, sadece sanatın her şeyi değiştirebileceğine inanıyorum”, sözleri ile belli ki beğenmediğiniz şeyler var. Beğenmedikleriniz nelerdir ki sanat onları değiştirebilsin?
Yıkımlar içindeki dünya; bir eziyet tarihi. Yalnız bugüne mahsus olmak üzere değil bütün çağlar boyu baktığımız vakit, büyük bir eziyet tarihi görüyorum, öyle düşünüyorum. Ama sanat kurtaracak mı o da çok zor bir şey. Sanatın silahları o eziyet tarihinin silahlarıyla aynı değil. Sanatın okşayıcı elleri var, diğerinin ise öldürücü silahları var.
Edebiyatımızın neredeyse tüm ustalarını derinlemesine etüt etmişsiniz, sağ olanları ile dostluklar kurmuşsunuz, eleştirileri size yol göstermiş. Başarınızda payı olduğuna inandığınız, en çok etkilendiğiniz birkaçını öne çıkmış özelliklerine de işaret ederek dile getirmek ister misiniz?
Tabii, seve seve. Eleştiren iki kişiyi öncelikle ele almak isterim. Biri Vedat Günyol, diğeri Mehmet Fuat. Yetişme yıllarında onların çıkarttıkları edebiyat dergilerinde yazılarım yayınlandı. Hatta yolumu Vedat Bey açmıştı muhakkak. Ama yalnızca yazılarımı yayınlamadılar, imlaya kadar her şeyi öğrettiler. Yine o yıllarda hayatıma sevgili Ayşe Sarıyın’ın Babası Behçet Necatigil girdi. Çok etkisi altında kaldım. Başta da vurgulamaya çalıştığım o sanatta sağın solun olmayacağı meselesini ilk Behçet hocadan idrak edebildim.
Atilla İlhan’ın çok büyük yeri var hayatımda. Bilgi yayın evinin genel yayın yönetmeni idi, ilk kitaplarımın hiç satışı olmamıştı. Artık hiçbir yayın evi bana bir şans vermiyordu. Atilla İlhan gönder bakalım bana dosyayı dedi. Onun ısrarı ile “Dostlukların Son Günü” basıldı. Yolumu açan kitapta o kitap oldu zaten. Sait Faik Armağanı’nı kazandı ve ilk okuyucu kitlesi öyle oluştu. Cemal Süreya’yı da unutmamam gerekiyor. Hem bir dost olarak, hem de büyüğüm olarak, hem de uzun yıllar Papirüs Dergisi’nde beni yönlendirmesi ile bana yazma imkânı tanımasıyla yol gösterici oldu.
Ne yapmak istediğim konusunda bir tek beni Edip Cansever anladı zannediyorum. Çünkü ilk kitabım, “Cumartesi Yalnızlığı” koskoca Edip Cansever oturup baştan sona okumuştu. Sonunda bana dedi ki; bunların çoğu taklit. Birisi Orhan Kemal taklidi, birisi Sait Faik taklidi ama kendi yolun “Yürek Burkuntuları” 6 diye yazdığın hikâye. Bu sana ait dedi, o zaman ben çok üzülmüştüm hatta için için sinirlenmiştim de. Sonra aradan elliye yakın yıl geçti. Şimdi bakıyorum yazdıklarım Yürek Burkuntuları’nın genişletilmiş şekli. Yani o aradan geçen zamanda hakikaten yapmak istediğimi rahmetli Edip Abi saptamış gibime geliyor.
Sizin kuşağınız için bir ülkü olan, edebiyat kurtarıcıdır, yol açıcıdır fikri, Bugün edebiyatın bir yan tarafa itilmiş haliyle kurtarıcı olmanın niteliğini kaybetmiş midir? Sizin deyiminiz ile bir kültür gömleği değiştirmek gerektiğine göre gençlere, isterseniz hatta eğitimi şekillendiren makamlara açık yürekle ne tavsiye edersiniz? Edebiyata tutkun, sarılmış gençlere iyi bir yazar olma konusunda ne söylemek istersiniz? Bu ülke de nasıl yaşayacağız edebiyatın gerçek sanatın gücü nedir?
Ben edebiyatın bugün ikinci plana itilmesini ve temel meselesinin sadece gündelik siyasetle olduğunu sanmıyorum. Bir yandan da, ne yazık ki, basın kuruluşları, yazılı basın da sözlü basın da görsel basın da edebiyatı kenara itti.
Yalnızca sadece edebiyatı değil sanatın da bütün dallarını neredeyse, bakıyorsunuz bir iki kanalda ancak yarımşar saat günün en ölü saatine tıkıştırılmış edebiyat. Eskiden gazetelere baktığınız vakit benim hatırladığım hala tefrika romanlar vardı, her gazetede her gün bir hikâye yayınlanırdı, bunlar hepsi bir okuma alışkanlığı yaratırdı. Bugün yok en son tefrika romanı Hürriyet Gazetesi Çetin Bey’in zamanında denemişti.
Ben yazmıştım ilk tefrika romanı Hayal ve Istırap; herhalde pek ilgi toplamadı benden sonra Tarık Dursun bir şey yazdı, sonra o da kesildi. Yalnız bu okumama melesi yalnızca edebi eseri değil bütün okuma meselesinde bize çok zaman kaybettirdiğini sorunlarımızın bir türlü çözülmemesinde rol oynadığını düşünüyorum.
1970’li yıllarda Rauf Mutluay Beyoğlu’nda Amerikan Kültür Merkezi’nde her ay bir kitap okutup, sonra da tartışılan bir toplantı düzenlerdi; ben de birkaçına katılmıştım, belki orada siz de vardınız. Benzer bir kitap – okur – yazar ve tartışma ortamı şimdilerde neden yok, olsa iyi olmaz mı, neden önderlik yapmıyorsunuz? Eskiden yazarçizer takımı kendi aralarında buluşurlardı, şimdilerde bir araya geldiğiniz kültür insanları var mı?
Neden yapmıyorum, ben çok çekingen bir insanım öyle bir şey yapamam, yaradılışımdan kaynaklanan bir şey ama birisi bana bir kitap hakkında kendisinin soruları yöneltirse onları yanıtlamaya seve seve çalışırım. Şimdi de böyle küçük okuma grupları var. Daha çok hanımların katıldığı, birkaçına gittim, beyler de oluyor, fakat daha çok kadınlar okumaya meraklı.
Türkiye’de bütün ilerici şeylerin altını kazıyan ilk başlangıç hanımlardan gelmiştir. Erkekler vaktimiz yok, okuyamıyoruz gibi şeyler söylüyorlar.
Okuma grubu meselesinin ve bir kitabın topluca tartışılmasının çok yararlı olabileceğini düşünüyorum. Geçmişte Oya Baydar böyle küçük bir grup oluşturalım, kendi aramızda yapalım demişti. Leyla Erbil hayattaydı, Gürsel Korat vardı genç bir dostumuz olarak fakat arkasını getiremedik. Yazarların kendi aralarında eskiden söylediğiniz gibi buluşmuşlar vardı, sofrada, bir çayda, bir içki sofrasında falan bir araya gelince sanat konuşulurdu; şimdi ne yazık ki yok.
Erkekler son zamanlarda kadınımızı özgürlüğü, toplumumuzdaki yeri konusunda iyi şeyler söylüyorlar. Siz Türk kadını konusunda neler söylersiniz, dilersiniz?
Burada yanlış bir yaklaşım var, eksik bir yaklaşım var gibime geliyor. Bütün o gaddarlığı yapan erkek dünyasının acaba nasıl gaddarca yetiştirildiği üzerinde pek durulmuyor gibime geliyor. Nereden o gaddar insanlar ortaya çıkabiliyor. Onlar bizim kardeşlerimiz sonuç itibariyle aynı toprağın insanlarıyız. Nasıl bu vahşet olabiliyor işte hep konuştuğumuz okumamaktan, eğitim görmemekten ve hayat şartlarından, kaynaklanan medeniyetsiz bir yaşama biçimi ortaya çıkmış oluyor.
Bir aşiret topluluğundan gelen insan geldiği evin terbiyesiyle gelirken, büyük kentlerde o terbiye edicilik yok oluyor. Büyük kentin kendi terbiyesi onlara yansıyamıyor. Tabii ekonomik koşulların da bunda büyük bir etkisi oldu zannediyorum. Yani iyi hayat şartlarına, sahip olunmadığı vakit, asgari hayat şartlarına sahip olunmadığı vakit bir iç vahşet gelişmeye başlıyor. Belki hepimizin içinde olan bir şey bu vahşet.
50 yılda yazım yaşamınızı birkaç değişim dilimine bölseniz, nasıl tanımlardınız bugünkü Selim İleri’yi yaratan bu dilimleri?
Dört aşamada söylemek isterim;
Birincisi çok hırslı, iddialı bir başlangıç, belli etmeyen, gizli kapaklı bir şekilde, yani başka bir maskeyle gözüküp en büyük ben olacağım görünümü,
İkincisi; iyi kötü bir okur kitlesi ile tanıştıktan sonra birazcık onu bulup sonra yine aynı hırsın peşinde koşan,
Üçüncüsün de bütün bunların bomboş olduğunu, yavaş yavaş hayatında yaşlanmanın, yaşadıklarınızın da getirdiği şeylerle anlayan,
Dördüncüsü ise bugün hepsinin bomboş olduğunu düşünen. Selim İleri Deniz Feneri romanında bir saptaması vardır. “Shakespeare neyi değiştirdi?” der, hiçbir şeyi değiştiremedi. Sürekli bunu yaşıyorum şimdi. Hani ben kimim ki, Shakespeare’in tırnağının kiri bile değilim ve böyle olduktan sonra olmasam da olurdu.
Tabii öyle unutamayacağım anılar oluyor, öyle insanlarla tanışıyorsunuz ki sizin bir satırınız onun hayatında çok önemli bir yere temas etmiş, o sevgiyi size söylüyor. O vakit iyi ki yazar oldum, iyi ki yazdım diyorum. Bunlar da oluyor tabii.
Manisa cezaevinden bir mektup aldım bundan bir ay kadar önce. Ne sebeple içerde oldu mektubu yazan kişi bilmiyorum ona ait bir şey yok ama, bana diyor, “Bizler gibi yazıyorsun, sanki burada yanındaymışım gibi hissediyorum, yukarıdan atmıyorsunuz, küçümsemiyorsunuz insanları,” diyor. Bu beni çok etkiledi, mutlu etti, tabii ki böyle büyük hediyeleri oluyor yazarlığın. Bir de karşıda bir genç kız bundan 10 seneden fazla süre önce belki hiçbir şey söylemeyip bir salkım çiçek bırakıp masaya gitmişti bana, bu da hiç unutamadığım bir anımdır.
Eserleriniz arasında en çok bir öykü kitabı olan Yağmur Akşamları ve son eseriniz Sona Ermek’i beğeniyorsunuz. İlkinde edebiyat geçmişinizi, kırgınlıkları, özeleştirilerinizi, özlemlerinizi, hesaplaşmalarınızı büyük bir ustalıkla sergilemişsiniz.
Neden Yağmur Akşamları Neden Sona Ermek?
Yağmur Akşamları’nda kendi üslubumun başka bir ucunu bulabilmiştim. Yani alışılagelmiş sözdizimi yerine kendime mahsus bir sözdizimi kullanmıştım. Herhâlde o üslup açısından, dil, anlatış açısından sevdiğim bir kitap. Yoksa konuları açısından diğer yazdıklarımdan farklı bir şey değil. Sona Ermek’i çok seviyorum, da o da yaşın getirdiği pervasızlıkla kalbimi açabildi. Ondan dolayı herhalde, yıllarca insanlar ne derler diye söylemediğim birçok şeyi söyleme cesaretini gösterebildim.
Edebiyatımızda sevdiğim Romanlar Kılavuzu ile neyi amaçladınız?
Yıllardır çok iyi roman okuyorum, yani belki iyi bir romancı değilim ama çok iyi bir roman okuruyum. Yani hangi kitabın hangi sayfasında hangi sahne var bilirim, sağ sayfada mı sol sayfada mı onu bilirim. Onlar bende kalmasın paylaşayım duygusuyla yaptım o kitabı.
Büyük Kulüp
“İZDİHAM