Semih Kaplanoğlu’nun Buğday Filmi Üzerine Kimler Ne Yazdı?
Semih Kaplanoğlu büyük bir sinema yönetmeni. Süt, Bal ve Yumurta üçlemesi sinema fikrinin en iyi örneklerinden biriydi. Biz de onun son filmini merakla bekliyorduk. Buğday, son zamanlarda çekilen en iyi sinema filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Buğday hakkında basında çıkan yazılardan bir derleme yaptık.
Küçük bir not düşmek istiyoruz galaya dair: Bir filmin Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde galasının yapılması; eğer başka filmlerin de galası orada yapılacaksa sorun teşkil etmez. Yapılmayacaksa homurdanmaları haklı çıkaracak bir tutum. Keşke galasını Külliye’de yapmak yerine Cumhurbaşkanımız sinemaya eşiyle bilet alıp gitseydi. Daha şık olurdu.
“Hep bir rüyadayız. Ölünce uyanacağız.”
“Buğday”da hayranı olduğu Tarkovsky’e bolca görsel referans gönderen yönetmen, kendi gibi insanlığın gidişatından endişe eden Tarkovsky’nin hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor; kesin çözüm yolunu gösteriyor. Evrensel kurtuluşu İslam’da bulan Kaplanoğlu, Cemil aracılığı ile insanlığa şu soruyu soruyor; “Siz hala kanıt mı arıyorsunuz?”
Gözde Güven, CNN Türk
Bir hakikat arayışının ve tebliğinin hikâyesi olan Buğday sinematografik anlamda yenilikler barındırıyor. Başta söylediğimiz gibi ilk defa sinemamızda ciddi bir emekle hazırlanmış distopya filmi izliyoruz. Filmin siyah beyaz olması başta biraz sıkıcıymış gibi gelse de yapılanın bir karamsar gelecek anlatısı olduğu düşünüldüğünde seyirciyi atmosfere sokması adına başarılı bir seçim olduğu söylenebilir. Kesin çizgilerle ayrılmış iki dünyanın kaotik durumunu anlatan kaos sahneleri, büyük caddelerdeki anarşi, banliyolardaki getto tarzı yığınlar, bu tarzın önemli yapıtlarından olan Children Of Man’i andıracak kadar başarılı olmuş. Ayrıca karıncanın buğdayı taşıdığı sahneler de görüntü yönetmeni harikulade iş çıkarmış. Buğday sinemamızın neleri başarabileceğini göstererek sinemamıza umut aşılamakla birlikte “Adamlar yapıyor!” edebiyatının retorik haline gelmesinin önüne güçlü bir set çekmiş görünüyor.
Taha Kurutlu, Sinefesto
Çalıştığımız, var olduğumuz, dahası var kaldığımız bir sınav değil sinema. Başarılı değildik, hala da değiliz. Sinemanın tekniğini alırken anlatım kurallarını, kurgusal zihnini, öyküyü ele alış biçimini de aldığımız için; yani ‘tekniğini alırken ahlakını da aldığımız’ için oluyor bu başarısızlık. Bizim, bize doğru zenginleşen bir sinema dilimiz olamıyor böylelikle.
Fakat Semih Kaplanoğlu bunu kırmayı başarmış durumda Buğday’da. ‘Bütünüyle Müslüman bir zihnin elinden çıktığı çok net anlaşılan bir film yapılsa neye benzer?’ sorusunun cevabını büyük bir netlikle veriyor hepimize. Ve hayır, Buğday’ın konusundan değil, anlattığı meseleyi ele alış biçiminden söz ediyorum.
İsmail Kılıçarslan, Yeni Şafak
Film Batı ırkçılığını deşifre ederek başlamaktadır. Kente kabul edilmek için bekleyen çocuklar bir testten geçirilmekte, kapasiteleri ölçülmektedir. Bu sahneyi görünce Almanya’nın 1960’larda Türk işçilerini seçerken uyguladığı metodları hatırladım. Garibimin dişindeki çürüğe dahi tahammül edilmiyordu.
Bu anlamda film Batı’ya ırkçı yüzünü görmesi için ayna tutar. Batı, tıpkı Kaplanoğlu’nun görsel anlatısında olduğu üzere şirketlerin yönettiği kentlere sahip bulunmakta ve kendi yerleşim alanları dışında kalan dünyayı Ölü Toprak bölgelerine dönüştürmektedir.
Filmdeki üst anlatı genetiği ile oynanmış sentetik buğdayların bütün canlıları yok etmesi üzerinde bina edilmiş görünmekte ise de alt metin insanın ‘M parçacığı’nı kaybetmişliğini anlatır.
Lütfi Bergen, Yeni Söz
Kaplanoğlu’nun Tarkovski hayranlığının sonucu olarak yönetmenin “İz Sürücü” (Stalker) filmiyle kurduğu görsel bağı, “Nostalgia”ya saygı duruşunu anlayabiliyoruz. Ama bu görselliğin hikayenin bütününe katkısının beklenen etkiyi yaratmaktan uzak olduğunu ifade etmek gerekiyor. Bütün bunlar, Semih Kaplanoğlu’nun hikaye anlatısını üzerine kurduğu dinsel metne sadık kalma çabalarının yan etkisi olarak ortaya çıkıyor daha çok.
“Buğday”, insan eylemlerinin bir sonucu olarak yok olmak üzere bir dünya tasvir edecek açtığı perdesini, kurtuluşun ancak ölümle mümkün olabileceğini salık veren bir inanç ütopyasıyla kapatıyor.
Şenay Aydemir, Gazete Duvar
Semih Kaplanoğlu’nun bu hafta gösterime giren Buğday filminde başrolde Avrupa sinemasının usta oyuncusu Jean Marc Barr var. Dalgaları Aşmak, Derinlik Sarhoşluğu, Dogville gibi filmlerle anılan Barr, “Bugün modern dünyaya baktığınızda, ister Türkiye ister Avrupa olsun insan ilişkilerinin dahi öldüğünü göreceksiniz” diyor
Dalgaları Aşmak, Derinlik Sarhoşluğu, Dogville, Karanlıkta Dans, Avrupa… Bütün bu filmlerin ortak noktası Avrupa sinemasının önemli aktörleri arasında olan Jean Marc Barr. Ama sadece oyuncu mu aynı zamanda yönetmenlik de yapıyor. Ünlü yönetmen Lars von Trier’in has oyuncularından biri olarak nam salan Jean Marc Barr, Semih Kaplanoğlu’nun son filmi Buğday’da da başrolde oynuyor ve Profesör Erol’u canlandırıyor.
Olkan Özyurt, Sabah
Bu hafta gösterime giren Buğday filmimizin (ki eşim yönetmen Semih Kaplanoğlu ile birlikte yazdık senaryosunu) temelinde tam da bu var: Bilginin bilimsel manevi diye ikiye bölünmesiyle oluşan yanılsamaların nefesimizi nasıl kestiği.. Bizi helak olmuş şehirlere, modern kadavra medeniyetlerine nasıl mahkum ettiği. Nefesi aslımızdan çektiğimizi idrak edebilmek için nasıl üzerimizdeki benlik kabuğunu kırabileceğimizi. Adım adım, hece hece, seve seve.
Leyla İpekçi, Yeni Şafak
Kaplanoğlu, 35mm formatında siyah beyaz olarak çektiği filmde “yasak bölge”, “rehberle yolculuk”, “su kenarında uyumak” gibi bazı göndermelerle “Stalker”ı selamlamayı ihmal etmiyor. Üslubu değil ama hikâyesi itibarıyla Amerikan distopya geleneğine de yakın; çünkü sonuçta her şey, dünyanın kurtuluşuyla ilgili… Erol Erin’in (Jean Marc Barr) amacı, genetiğiyle oynanmış tohumların sürdürülebilirliği sorununa çözüm bulmak, açlık tehlikesini önlemek.
“Buğday”da modern hayatı temsil eden şehir ve kıtlığın, salgınların hüküm sürdüğü yoksul kırsal kesim, ölümcül sınırlarla birbirinden ayrılmış durumda. “Şehir”, mültecileri dışlayan Batı dünyasını simgeliyor sanki…
Filmde iktidar, devlet ya da şirketler üzerinden değil, kibirli bilim insanları üzerinden temsil ediliyor. Bir çocuğun şehre kabul edilip edilemeyeceğine, beynini inceleyen bilim insanları karar veriyor. Irkçılık ve ayrımcılık “bilimselleşmiş” durumda. Genetiği değiştirilmiş tohumlar da bilimin hatası. Şehri bırakıp Ölü Topraklar’a giden Cemil Akman (Ermin Bravo) karakteriyle birlikte, film kendini daha net ortaya koyuyor.
Akman, ilmi bırakıp inanmayı seçen biri. Filmde inanışlardan açıkça söz edilmiyor ama Kaplanoğlu öyküyü sembollerle dine bağlıyor; dünyanın kurtuluşunun imanda olduğunu hissettiriyor. Sözgelimi, verimli topraklar bir türbede saklanıyor. Akman’ın “karna taş bağlayarak açlığı giderme” önerisi de bir hadisten alınma.
Mehmet Açar, Habertürk
Kaplanoğlu, ‘Buğday’da bizi çok da uzak olmayan bir geleceğe taşıyor. Artık tabiatın hunharca kullanılmasından ötürü iklimler değişmiş, yeryüzü kuraklaşmıştır. Dünya manyetik hudutlarla korunan şehirler ile hayatta kalmanın çok zor olduğu “ölü topraklar” olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Göçmenler, asit yağmurları ve sayısız tehlikelerle dolu “ölü topraklar”dan, korunaklı şehirlere girmeye çalışıyor ve bu bize bir yerlerden tanıdık geliyor. Bir sahnede manyetik dalganın içerisine dalan bir çocuk yanıp, toz oluyor.
Türkiye Gazetesi, Kültür Sanat
Berlin Film Festivali’nden büyük ödül Altın Ayı’yla dönen “Bal”ın yönetmeni Semih Kaplanoğlu, yedi yıl sonra karşımıza çıkan yeni filmi “Buğday”la ilk İngilizce filmine imza atıyor. Başrolünde Fransız aktör Jean-Marc Barr’ın rol aldığı film, manevi bir arayışa odaklanan bir bilimkurgu. Genetik olarak seçilmiş insanların şehirler ve seçilmemişlerin ise ekolojik olarak kirlenmiş topraklarda yaşadığı bir dünyada geçen film, Barr’ın canlandırdığı Erol adındaki bilim insanın yolculuğu üzerine.
Ortada kaybolmuş diğer bir bilim insanı Cemil’in tohumların ve toprakların verimliğini kaybetmesi üzerine tezini duyan Erol, onu aramaya başlar. Bu arayış onu kendi manevi eksikliğiyle yüzleştirecektir. Dünya prömiyerini Saray Bosna Film Festivali’nde yapan “Buğday”, yarışmada yer aldığı Tokyo Film Festivali’nden En İyi Film Ödülü’yle döndü.
Nil Kural, Milliyet
Bu, sinemamızda yapılagelmiş ilk ciddi bilim-kurgu denemesi. Elbette Dünyayı Kurtaran Adam, Turist Ömer Uzayda vb. Yeşilcam uçukluklarını ya da G.O.R.A ve A.R.O.G. gibi Cem Yılmaz fantezilerini biryana bırakırsanız…Bu bile çok önemli değil mi?
Filmin başlarında siyah-beyaza alışmak biraz vakit alıyor. O kadar uzun zamandır’ renkli dünyalar’ın insanları olduk ki…Ama giderek, ABD’de Michigan yöresinde, Almanya’da ve de Anadolu’da, özellikle de eşsiz Kapadokya coğrafyasında çekilmiş Giles Nuttgens imzalı görüntüler, kendi estetiklerini kabul ettiriyor.
Yine başlarda büyük kentler, insan almayan sokaklar, kalabalık gösteriler, anarşik toplantılar, terkedilmiş dev fabrikalar gibi görüntüler filmin aldığı uluslararası desteği yansıtıyor. Sinemamızda pek görülmemiş çekimler bunlar…
Bu ‘apokaliptik hasat öyküsü’, sonraları bilimden felsefeye, bilim-kurgudan mistik ve ruhani bir dünyaya kayıyor. Fondaki ekolojik kaygıları ve çevresel mesajları da unutmaksızın…
Ve giderek dinsel simgeler ağır basmaya başlıyor.
Kaplanoğlu’nun yaklaşımı kanımca Sufilik’e yakın bir yaklaşım. İnsan ögesini hep göz önünde tutan replikleri var. Örneğin “Kainat insan demektir”, “Doğadaki her şeyin içinde insan vardır” gibi. Filme adını veren ‘buğday’ ise ‘mükemmel tohum yaratma” amacının simgesi olup çıkıyor: “Buğday kadınla erkeği, Adem’le Havva’yı, ruhla bedeni ayıran bir çizgidir”.
İçinde “Hep bir rüyadayız. Ölünce uyanacağız” gibi şiirsel sözlerin uçuştuğu filmde asit yağmuru, satıhta yüzen cesetlerle dolu su, terkedilmiş mahalleler, sonsuz dağlar ve kayalıklar gibi sahneler çok sinemasal. Sonlarda ise vahşi güzelliğiyle Kapadokya filme ideal bir dekor sağlıyor.
Atilla Dorsay, T24
İZDİHAM