On yıllardır senin o kötücül yüzüne bakarak, o kötücül sesini dinleyerek yaşıyoruz. Sürekli Tanrı’dan bahsediyorsun ama zamanını ölüme hazırlanarak geçirenlerin berrak yüzlerinden eser yok sende. Bu dünyada emeğiyle geçinmiş, günlerin meşakkatleriyle didişmiş, evlatları için dertlenmiş insanların kederli yüzünden de eser yok. Senin yüzün, karanlık, şaibeli, insanı kuşkuya düşürecek bir ruhun sayısız işaretleriyle dolu. Gençliğinde kurnazlıkla sağa sola döndürdüğün gözlerinin çevresi, sen yaşlandıkça karanlık bir kuyunun halkaları haline geldi. Bir de ömrünün bütün basamaklarında, bir erkeğe hiç de yakışmayacak bir şekilde hüngür hüngür ağlamayı sürdürdün.
Mesleğe yeni başlamış bir asabiye doktoru bile, bu ansızın ortaya çıkan hıçkırıkların, acilen tedaviye muhtaç bir megolomanın melankolik sergisi olduğunu pek ala anlayabilirdi. Bir yandan kendini bir köpek olarak gördüğünü söylüyor, ama öbür yandan arkandaki memleket haritasının göğsünü daralttığını, onun yerine bir cihan haritası asmalarını söylüyordun. Aciz ve hakir kıtmir, birden bir cihan serdarına dönüşüyordu. Senin benzerlerinden tek farkın, karakterindeki arızayı, insanları rahatlıkla kandırabilecek dini belagatinle perdeleme becerindi. O belagat, hasta ruhunun önünde secde eden yüz binlerce insanın gözlerini perdeledi…
Sana bir şan bahsetmek istemem ama her gün bir gencin beynini yiyerek hayatta kalabilen zalim Dehhak gibi, sen de her gün bir gencin beynini yiyerek geldin bu günlere. Daha kendi kentlerinin, kendi kasabalarının sokaklarında bile şöyle gönlünce bir ergen yürüyüşüne çıkmamış çocukları bin bir bahaneyle devşirmekte ustalaştın. Bu iş için adamlar yetiştirdin, yöntemler geliştirdin, testler icat ettin. Bazen fakirliğinden yararlandın insanların, bazen kızlarını koruyamama endişelerinden, bazen yükselme arzularından, bazen zaaflarından ve bazen de inançlarından. At yetiştiren seyisler gibi, senin de bir metodun, bir yöntemin vardı; şekeri nerede, sopayı nerede, cesareti, korkuyu ve tehdidi nerede kullanacağını çok iyi biliyordun.
Adamların da iyi biliyordu bunu. Bir yolu bulunarak huzurlarınıza getirilen çocukların karakterlerini daha ilk bakışta anlayabiliyordunuz. Kimini biraz serbest bırakarak, kimini yanlarından adam ayırmayarak terbiye etmek gerekiyordu. Sonunda her biri farklı bir ruha, zekâya ve yüze sahip binlerce, on binlerce yavruyu, o büyük beyin dönüştürme kazanında usulünce karıştırıyor, istediğiniz mamul şekillenince çıkarıp görev yerlerine dağıtıyordunuz. Oysa biz bu değiştirilmiş ve suretleri birbirinin aynısı yapılmış varlıkları nerede görsek tanıyorduk; hepsi de aynı fabrikanın ürünüydüler…
Her birinin ruhu, bir büyük karanlık ruh tarafından teslim alınmış varlıklarla senin sayende tanıştık. Müstear ya da gerçek, isimlerinin hiç bir anlamı yoktu. Kendilerine telkin edilen hakikat uğruna renkten renge, kalıptan kalıba girebiliyor, bir izzeti nefisleri olmadığı için hakarete uğradıklarında bile gülümsüyor, bir yanakları tokatlanırsa diğerini dönüyorlardı. Bir zamanlar senin aslında İsevi bir rahip olduğunu söyleyenler haklıydılar. Kendini tıpkı İsa Mesih gibi, insanlık için acı çekmeye gönderilmiş yüce bir varlık olarak görüyordun.
Bütün o kıtmir benzetmeleri, bu büyüklenme şehvetinin tükürüklerinden başka neydi ki? Sen aslında apaçık konuşuyor; ışık evlerinden, hoş görüden, diyalogdan bahsediyor; dünyayı yeniden sürüp ekmeye gelmiş bir Mehdi’nin ipuçlarını verip duruyordun. Etrafındaki teslim alınmış ruhlar, geceleri peygamberlerle birlikte geçirdiğin vakitlerin rüyalarını dinledikçe kendilerinden geçiyordu. Sonunda bazı adamların öyle bir cezbeye kapıldılar ki, şurada burada bir peygamber olduğunu kaçırdılar ağızlarından. Genç bir çocuk onlara “Ama bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) değil mi?” diye sorunca, şöyle cevapladılar; “Hocaefendimizin peygamberliği bütün kitapları tebliğle vazifelendirilmiş bir peygamberliktir…”
Ey karanlık ruh; bir kasaba taciri olacakken küresel bir ruh celebi haline gelmiş bulunman elbette bir başarıydı. Yeryüzünün büyük efendisi, sendeki mahareti daha gözlerin kurnazlıkla mabedin bir köşesinden diğerine kayarken görmüştü ama. Okullarının, yurtlarının, hoşgörülü belagatinin daha çok insana, daha çok ülkeye yayılması için ırmağın yatağını hep biraz genişletti. Sense, çoğalan ve debisi artan suyu, kendi hakikat göğünden yağan yağmurun bereketi zannettin. Nihayet çileci Mehdilerine ihtiyaç duydukları vakit gelmişti; arkana astığın cihan haritana bakarken kurduğun hayalleri gerçekleştirebilecektin.
Gönüllerin fütuhatıyla neticelenmiş onca büyük cihattan sonra şimdi küçük bir cihat kalmıştı geriye. Efendin senden onu da yerine getirmeni istiyordu. Son akşam yemeğinde, meselenin sahada nasıl halledileceğini ayrıntılarıyla konuşmuş olmalısınız. Müritlerin onca gönül terbiyesinden, hoşgörü eğitiminden sonra küçük bir şiddet şölenini de hak etmişlerdi zaten. Kendilerini zor tutuyor, “gece yatakta basıp, sabah dışarıda asacağız” derken, iştahtan kuduruyorlardı. Şimdi dişlerinin arasında ölmüş çocuklarının et parçalarıyla, elleri bağlanmış bir halde karanlık ruhundan medet umuyorlar. Türkler tarafından yenilgiye uğratıldığını ev sahibin Büyük Efendiye rapor edebilirsin. Meğer onlar da bu günü bekliyormuş!
Ali Ayçil
İZDİHAM