Perec, Konformizm ve Şeyler
Georges Perec okumamız için sayısız sebep vardır: Bu çağı tanımlayabilmek ve onun araç gereçlerini tanımak en önemlisi belki. Perec bu iki maddeden daha fazlasını sunar okuruna. Okuruyla birlikte yeni roman tekniklerini araştırır, farklı bir anlatım biçimi ve yeni olanaklar olduğunu öğretir. Bazen sadece bir odanın tasvirinden bir hayat biçimi ve onun oyuncularını bütünüyle tahmin edebiliriz. Bunların öylesine yapılmış tesadüf eseri işler olduğunu hiç sanmıyorum. Kaldı ki eşyadan insanı tanımaya yönelik süreç bizi ileride nasıl bir noktaya taşıyacaktır bu da ayrı bir mesele.
Hayatlarımızın birbirine benzerliği, yaşam biçimlerimizin tek bir çizgi üzerinde seyrediyor oluşu, hafızanın bireysel tarihimizi terk edişi romanın genel muhtevasını oluşturur. Metin baştan sona istekleri birbirine çok benzeyen iki karakterin hayat biçiminden bir medeniyeti tanıma, tanıtma çabasıdır. Romanda bir olay örgüsü hikâye ya da dram asla ön planda değildir. Perec, sadece dış dünya ve karakterin ruh tasvirlerini öylesine ele alır ki bütün dramıyla hikâyeyi okur içinde yaşayabilir. Kitaptan alıntılar yaparak romanı ve yazarı daha iyi tanıtacağımı düşünüyorum. Böylece Perec’in üslubunun ve keskin gözlem gücünü doğrudan gösterebilirim. Hikâye basit. Zengin olmayı ve lüks eşyalarla örülmüş bir hayat içinde erimeyi nihai amaçları olarak gören ve bunun için çaba sarf eden Jérome ile Sylvie adlı iki gencin hayal dünyasından betimlemeyle açılıyor roman; ardından nasıl bir zenginlik istedikleriyle ilgili şöyle diyor Perec: “Zengin olmayı isterlerdi. Zengin olmayı bileceklerini sanıyorlardı. Zengin insanlar gibi giyinmeyi, gülümsemeyi, bakmayı bileceklerdi. Gerekli inceliklere, ölçülülüğe sahip olacaklardı. Zenginliklerini unutacaklardı, bileceklerdi zenginlikleriyle gösteriş yapmamayı. Övünmeyeceklerdi bununla. Soluyacaklardı zenginliği. Zevkleri yoğun olacaktı. Zevk alacaklardı yürümekten, gezmekten, seçmekten, değerlendirmekten. Yaşamaktan zevk alacaklardı. Bir yaşama sanatı olacaktı yaşamları.”
Reklam ajansında anketörlükle işe başlayan gençlerimiz kendileri için en uygun olanın bu olduğunu düşünürler. Eğitimi yarıda bırakmaktan ve bir an önce hayata atılma isteği karşısında başka çareleri de yoktur zaten.
“Bilme arzusuyla yanıp tutuşmuyorlardı; çok daha alçakgönüllülükle ve kuşkusuz yanıldıklarını, pişman duyacaklarını günün er geç geleceğini kendilerinden saklamaksızın, biraz daha büyük bir odaya, akar suya, duşa, üniversite yemekhanelerindekinden daha çeşitli ya da yalnızca daha bol yemeklere, belki bir otomobile, plaklara, tatile, giysilere gereksinim duyuyorlardı.”
Zaman içinde kendilerine benzeyen bir arkadaş grubu edinirler ve uzun bir süre bu yaşama biçimlerinde pek bir değişiklik olmaz. Zaten hayattan istediklerini sandıkları budur; değişimsiz zenginlik.
“Özgürlüğe vurgundular. Dünya onlara göreymiş gibi geliyordu; tam susuzluklarının ritmine göre yaşıyorlardı, taşkınlıkları da dindirilecek gibi değildi; coşkuları sınır tanımıyordu artık. Bütün gece boyunca yürüyebilir, koşabilir, şarkı söyleyebilir, dans edebilirlerdi.”
Sayfalar boyunca arkadaş gruplarıyla geçirdikleri zamanlardan sahneler okuruz. İşte onlardan biri: “Ya da bir restoranın kapısını iterek içeri girerler, tapınma derecesindeki bir coşkuyla çevredeki sıcaklığa, çatal bıçak seslerine kadehlerin çınlamasına, alçak sesli konuşmalara, bembeyaz örtülerin vaat ettiklerine bırakırlardı kendilerini. Şaraplarını büyük bir ciddiyetle seçerler, peçetelerini açarlardı; işte o zaman baş başa, sıcacık, yeni yaktıkları ama az sonra mezeler gelince söndürecekleri sigaralarını içerlerken, yaşamları salt bu güzel zamanların bitmez toplamı olacakmış, her zaman mutlu olacaklarmış gibi gelirdi onlara, çünkü mutlu olmayı hak ediyorlardı, çünkü mutluluğa hazır olmayı biliyorlardı, çünkü mutluluk içlerindeydi. / Bu hazır masayla birlikte mükemmel bir eş zamanlık izlenimine kapılırlardı: Dünyaya gömülmüş, onunla uyum içindeydiler, orada rahattılar, korkacak hiçbir şey yoktu.”
Sürdürdükleri yaşamdan şüpheye düşmeye başlamaları için biraz zaman geçmesi lazımdır. Hayata atılmak için işe başlamışlardır ancak hiç de kendilerini hayatın içinde hissetmezler. “Jérome ile Sylvie bazen ‘Ne yazık ki,’ diyorlardı, ‘çalışmayanın yiyecek ekmek bulamayacağı kesin ama çalışan da hayatını yaşayamıyor.’”
“Elbette bunların yanlış olduğunu, özgürlüklerinin aldatmacadan başka bir şey olmadığını biliyorlardı.”
“Ama günümüzde ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne de çok yoksul durumda: Zenginlik düşleri görüyorlar ve zenginleşebilirler: İşte mutsuzlukları da bu nokta başlıyor.”
“Yirmi yaşında, yaşamın ne olabileceğini, içerdiği mutlulukları, sağladığı sonsuz kazanımları vb. gördükleri ya da gördüklerini sandıkları zaman beklemeye güçleri olmadığını anladılar. / Çünkü her şey onları haksız çıkarıyordu, en başta da yaşamın kendisi. Yaşamın tadını çıkarmak istiyorlardı ama bu tat dört bir yanlarında mülkiyetle karışıyordu. Bağımsız, neredeyse masum kalmak istiyorlardı ama yıllar yine de akıp gidiyor ve onlara hiçbir kazanç sağlamıyordu. Başkaları zincirlerle dolu da olsalar ilerliyorlardı, oysa onlar hiç ilerlemiyorlardı. Başkaları sonunda zenginlikle salt bir amaç görüyorlardı, oysa onların hiç paraları yoktu.”
“Para aralarına dikiliyordu. Bir duvar, her an çarptıkları bir engeldi para. Sefaletten daha berbat bir şeydi, can sıkıntısıydı, darlıktı, kısıntıydı. Ayağı yere basmayan aptalca düşlerden, olanaksız mucizelerden başka açılımları olmayan, geleceksiz, kapalı yaşamlarının kapalı dünyasını yaşıyorlardı. Boğuluyorlardı. Battıklarını hissediyorlardı.”
Buraya kadar gelinen süreçte romanın belki belkemiği sayılacak bir paragrafı birazdan paylaşacağım. Bu yaşama biçiminin getireceği yolun sonunda anlamsızlık olacağını öğrenmiş olduk, bundan sonrası için artık hiçbir değişim ve kurtuluş yoktur.
“Bazı akşamlar o güzel dostluklarının, gizli bir tarikatınkini andıran sözcük dağarcığı, kendi aralarındaki özel esprileri, bu ortak dünya, bu ortak dil, birlikte biçimlendirdikleri bu ortak hareketler hiçbir yere götürmüyordu; tükenmiş bir âlem, sonu hiçbir yere varmayan sıfırı tüketmiş bir dünyaydı bu. Yaşamları zafer değildi, aşınmaydı, bozgundu. O zaman alışkanlığa, atalete ne denli mahkûm olduklarını anlıyorlardı. Sanki aralarında hep bir boşluk olmuş gibi birlikte sıkılıyorlardı.”
Artık yaşamlarının dönüm noktası sayılabilecek bir taşra yolculuğu için hazırlık yaparlar. Sonuç hüsrandır. “Sayıklamalar içinde uzun zaman yaşanamazdı. Çok şey vadeden ve hiçbir şey vermeyen bu dünyada gerilim çok fazlaydı. Sabırlarının sonuna gelmişlerdi. Bir gün, onlara bir sığınak gerektiğini anladıklarını sandılar.”
Yazar sahtelikle sürdürülen bir yaşamdan kaçışında sahtelik içermesinin kaçınılmaz olduğunu anlatır. “Gerçek gidişler uzun zaman önceden hazırlanır. Bu öyle olmamıştı. Daha çok bir kaçışı andırıyordu. / Yaşamları çok uzun bir alışkanlık, huzur dolu denebilecek bir can sıkıntısı gibiydi; hiçbir şeyi olmayan bir yaşamdı. / Anısız, belleksiz bir dünya. Yine zaman geçti, çöl ıssızlığında, sayılmayan günler, haftalar geçti. Hiçbir istek duymuyorlardı artık. Kayıtsız dünya. / Uyurgezer olmuşlardı. / Altı yıl boyunca yaşamlarını oluşturan bu muğlâk yolun, onları hiçbir yere götürmeyen, hiçbir şey öğretmeyen bu belirsiz soruşturmanın sonuna gelmişlerdi.”
Tekrar bir dönüşün kaçınılmaz olduğu an gelir. Bütün bu süreç boyunca bunların olması okuru şaşırtmaz. Her şey olması gerektiği gibidir. Bizi büyüleyen şey, onun her sayfasındaki derinlemesine gözlem gücüdür. Metni baştan sona güçlü yapan da budur. Kahramanlarımız bunalmış bir şekilde taşra yaşamından döndüklerinde tekrar taşra yaşamına özlem duymaları belki de romanın özünü ortaya koyar. Bir daha taşraya dönmezler ve bu yaşamın içinde yok olurlar. “Eskisi gibi yaşamaya çalışacaklardı. Geçen yılki ajanslarla ilişki kurmaya çalışacaklardı. Ama çekicilikleri kalmamış olacaktı. Yeniden boğulacaklardı. Küçüklükten, darlıktan patlayacaklarını sanacaklardı. Servet düşleri göreceklerdi. Şişkin bir cüzdan, bir banka çeki, bir yüz franklık, bir metro bileti bulmak umuduyla ızgaralara bakacaklardı. Şehir dışına kaçmayı düşleyeceklerdi. Sefakis’i düşleyeceklerdi. Uzun zaman dayanamayacaklardı.”
Kahramanlarımızı bundan sonrasında tatsızlık ve çürüme beklemektedir. Açık bir kapı kalmamıştır; çünkü bunu Jérome ile Sylvie istemiştir. Kitap Marx’ın özet mahiyetinde bir aforizmasıyla biter. “Sonuç kadar araç da gerçeğin bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının kendisinin de gerçek olması gerekir; gerçek araştırma, açık kolları sonuçta birleşen, ortaya serilmiş gerçektir.”
Neden Perec okumamız gerektiği artık kanıtlarıyla ortadadır sanıyorum. Okur için kitabın sonunda şu tespiti yapmak kaçınılmaz olacaktır: Biz bu dünyaya ve yaşam biçimine çok uzağız ya da sadece kendimizi kandırıyoruz, tam tersi biz bu dünyanın ve yaşam biçiminin tam içindeyiz. Karşımızdaki şeyleri tanımak için Perec okumak kaçınılmaz gözüküyor.
Seyfullah Akkuzu, Kitap tanıtımlarınız için iletişim: felsefikelimeler@gmail.com
İZDİHAM