Platon, çok eskilerdeki insan doğasını şöyle tanımlar: İnsanlar erkek ya da dişi olarak iki cinsiyetli değildi. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirinin tıpatıp benzeri ama zıt yönlere bakan iki yüze sahip dört elli ve dört ayaklı bir canlıydı. Bu ilkel varlığı tanrılar ikiye ayırdı.
Platon’a göre insan bu ayrılıştan itibaren diğer yarısını özlemeye ve aramaya başlar. Bu arayış, insanın doğası için şifa arayışıdır.
Platon’dan ilhamla birçok düşünür insanın “ben ve öteki” ikilemini, “öteki”yle buluşmasını ele almıştır. Fransız düşünür Levinas da ‘ben’in “öteki”ni arayışı üzerine kafa yoran modern zaman yazarlarındandır. Levinas’a göre “ben’in ötekiyle ilişkisi, cemaat ilişkisindeki gibi ötekiyle birlikte olma değil, Sartre’daki gibi ben’in cehennemi değil, ötekiyle karşılaşma, tüm anlamlandırmaların ve zamanın başladığı noktadır”.
Filmlerinde “ben ve öteki” ikilemini en iyi işleyen, bu konudaki düşüncelerinde de Levinas’tan ilham aldığını söyleyen yakın-plan sinemasının ustası İsveçli yönetmen İngmar Bergman’ın, 1978 yapımı Autumn Sonata / Güz Sonatı adlı filmi ben’in öteki’ni arayışını, ona olan özlemini ve onunla olan hesaplaşmasını anlattığı bir başyapıttır.
Kendi halinde bir ev hanımı olan, pasif, korkak, çekimser karakterli Eva (Liv Ullmann)’nın, kendisine bir o kadar zıt karakterli olan, kendinden emin bir piyano sanatçısı olan annesi Charlotte ( İngrid Bergman) ‘nin hem kendileriyle hem birbirleriyle hesaplaşmasını konu edinen film, Eva’nın yedi yıldır görmediği annesini davetiyle başlar.
Eva, alkışlarla ve hakkında yazılan takdir yazılarıyla beslenen, kendini sanatına adamış annesinin ilgisizliği ile içine kapanarak büyümüş, sevdiği adamdan yine annesinin sessiz buyruğuyla uzaklaştırılmış, sevmediği bir adamla evlenerek yalnızlığından kurtulmaya çalışmış, oğlunun ölümüne şahit olmuş, mutsuz bir kadındır. Mükemmeliyetçi bir annenin eleştiri oklarına maruz kalma korkusuyla büyüyen Eva’nın mutsuzluğuyla, kocasına olan sevgisizliğiyle yüzleşecek cesareti bile yoktur. “Eğer birisi beni olduğum gibi severse kendime bakmaya cesaret edebilirim belki” diyecek kadar korkar içine bakmaktan.
Yedi yıl gibi uzun bir aradan sonra gerçekleşen anne-kız karşılaşması, Eva’nın heyecanını, gerginliğini, Charlotte’nin karakteriyle bütünleşmiş hale gelen rol yapmasını resmederken, bu sahteliğin ikilinin birbirleriyle hesaplaşmalarını geciktireceğinin sinyalini veren müthiş bir sahne olarak karşımıza çıkıyor. Eva, çocukluğundan beri hayran olduğu annesinin güzelliğine, kırışmaya başlamış yüzüne, hüzünle karışık dikkatle uzun uzun bakarken, Charlotte her zamanki oyunculuğuyla sanatı, müziği üzerine kibirli söylevler veriyor, kızıyla ilgiliymiş gibi yapıyor. Bu ilk karşılaşma sahnesinin ardından Eva’nın, aynı evde yaşayan ve Charlotte’nin ihmali ve evi terk edişinin sonucunda hastalandığını öğrendiğimiz engelli bir kız kardeşin varlığından haberdar oluyoruz. Helena ( Lena Nyman) nın varlığından hiç hoşlanmayan Charlotte’nin kızının yanında büründüğü sevgi ve şefkat dolu anne rolü, bize annenin görev bilinciyle ve kendisine biçilen toplumsal rolle duygularını nasıl bir başarıyla gizleyebildiğinin ipuçlarını veriyor.
İlerleyen sahnelerde ve belirgin bir yakın-plan çekimleriyle anne-kızın yapmacıklıktan uzaklaşarak yıllardır biriktirdikleri nefreti, kırgınlığı, hayal kırıklıklarını dile döktüğü hesaplaşma başlayacaktır. Eva’nın, annesinin bedensel yakınlığına oranla bir o kadar uzak olan ruhunu fark ettikçe çocukluğunda başlayan anneden kopuşu, içine kapanışı hatırlaması, Eva’nın içindekileri birer birer dökmeye başlamasına sebep olacaktır. Eva, zihnindeki “bir anne ve kızının, duyguların, yıkımın ve karışımın korkunç kombinasyonu”nu , anlattıkça Charlotte , içinde kendisine söylediği gerçeklerle yüzleşerek, ağlayarak, bazen kendini savunarak kızını dinleyecek ve ikilinin hesaplaşması, aile içi birçok travmatik olayın sebep olduğu dile getirilmemiş psikolojik etkilere şahit olmamızı sağlayacaktır.
Eva, annesinin yüzünü dikkatle incelerken, annesini kapı arkalarından seyrettiği mutsuz çocukluğunu hatırlayacak “ bazen kapıyı tekrar aralayıp gerçek misin diye bakardım” diyecektir. Üstelik mutsuz evliliği öncesinde aşık olduğu adamdan hamile kaldığını ve annesinin isteğiyle bebeğini aldırdığını ilk kez annesinin yüzüne “evimizdeki bütün kelimelerden sanki sen sorumluydun” sözleriyle birlikte haykıracaktır. Kardeşinin hastalığının en önemli sebebi olarak gördüğü annesinin gözyaşlarına bulanmış yüzüne merhametle bakarken, çocukluğundan beri biriktirdiği öfkeyle “hayatla suçlarını hafifleteceği bir sistem kurmuşsun ama bir gün anlaşmanın tek taraflı olduğunu göreceksin” diyecektir.
Anne-kızın muhtemelen son olan bu karşılaşmasının ardından Eva, oğlunun mezarında annesine ne kadar acı verdiğini, onu ne kadar üzdüğünü pişmanlık içinde düşünürken, Charlotte yine bir konser yolculuğu sırasında menajeri ve sevgilisine Eva için “ neden ölmüyor ki” diyecektir.
Bergman, sanatçı yalnızlığını, anne bile olsa insanın bencilliğini sinemada olabilecek en realist yaklaşımla verirken Charlotte’nin iç hesaplaşmasını da bize yansıtır: “Korku beni ele geçirince kendi korkunç görüntümü gördüm. Hiç olgunlaşamadım. Yüzüm ve vücudum yaşlandı. Anılar tecrübeler elde ettim. İçimde henüz doğmamıştım bile.”
İsveç’in sadece en iyi yönetmeni değil aynı zamanda en iyi düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Bergman’ın Eva ve Charlotte’nin üzerinden anlattığı ben-öteki kavuşması/hesaplaşmasının bu kadar etkileyici bir şekilde hissettirilmesinin en önemli etkenlerinden biri şüphesiz kullandığı ve aynı zamanda öncülerinden biri olduğu yakın-plan tekniğidir.
Sinemada çekim teknikleri üzerine temel kaynakların yazarı Daniel Arijon’a göre yakın-plan içerisinde yer alan aşırı yakın-planda yüzün gözler ya da dudak gibi bir bölümü kadrajı kaplar. Kamera ve nesne arasındaki mesafe işlenen konuya göre değişir. Yakın-plan tekniğini kullanan yönetmenlerden Eisenstein’e göre bir hamam böceğinin yakın-plan çekimi, yüz tane filin genel-plan çekiminden daha çok dehşet vericidir. Tekniğin en iyi kullanıcılarından Godard da yakın-plan çekimler için “bu, doğru bir görüntü değil, doğrudan doğruya görüntüdür” ifadesini kullanır.
Bergman sinemasında bariz bir şekilde kullanılan yakın-plan tekniği sayesinde anlatılan duyguya adeta dokunuruz. Autumn Sonata’da olduğu gibi Bergman sinemasında kadının yüzü hikayenin nesnesi değil bir nevi anlatıcısıdır. Anlatının karakterlerin iç dünyası üzerine kurulduğu Bergman sineması için Bonitzer “ yüzün arazisini bir harita gibi kullanan sonsuz küçük uzaklıklarından oluşan bir güzergah icat etmiştir. Yüz, sonsuz bir aile kavgası içinde kelimelerin sadizmi tarafından oyulan, yarılan, yer sarsıntısına uğratılan bir yüzey gibi bozulmaktadır” tanımlamalarını yapar.
Ben ve ötekinin hesaplaşmasına böylesine yakından şahit olduğumuz, karakterlerin duygularını yanı başımızdaymış gibi izlediğimiz ender filmlerdendir Autumn Sonata. Eva’nın annesine bakan hayranlık, korku, sevgi, öfke karışık yüzü bize hiçbir inceleme, anlatının, resmin veremeyeceği netliği verir. Levinas’ın da ifade ettiği gibi “ yüz, hiçbir kültürel süsleme barındırmayan bir sadeliktir.” Ben , kendini bulmak, kendi özüne kavuşmak için ötekine ihtiyaç duyar. Ötekinin mutluluğu-mutsuzluğundan sorumludur. Çünkü öteki, ben’in bir aynasıdır. Ruhunun kavuşması anında huzur bulacağı diğer yarısıdır. Özdeşleşmek istediği varlıktır. Bu yüzden şiddetle ötekini yargılar.
Bergman, kapitalizmin tüm gereklerini yerine getirmiş, görünüşte oldukça iyi imkanlara sahip, toplumun kendine biçtiği evlenme ve çocuk yapma görevlerini yerine getirmiş, kendiyle baş başa kaldığında ise mutsuzluğunu, toplumla bütünleşememişliğini derinden hisseden bu kadınların birbirlerini arayışları esnasındaki iletişimsizliklerini şöyle tanımlar:
“Sürekli değişen ses tonları ve hareketlerle konuşuyorlar. Birbirlerini aşağılıyorlar. Birbirlerine işkence ediyorlar. Birbirlerinin canlarını yakıyorlar. Gülüyorlar. Oynuyorlar. Bu bir ayna sahnesidir.”
Anne-kız üzerinden anlatılan bu iletişimsizliği ifade eden Bergman, filmde de Eva’nın annesine eleştirisi üzerinden bu iletişim görünüşlü sahteliği ifade eder: “Babamdan nefret ettiğin zamanlar ona ‘sevgilim’ derdin. Benden bıktığın zamanlar beni ‘benim küçük kızım’ diye severdin.”
İnsanın kendini arayışı, dünyadaki varlığına huzur verecek bir neden bulma çabası, tek başına var olma özgürlüğüyle birlikte sorumlu olduğu öteki ile hesaplaşması gibi oldukça derin bir konuyu iki kadının diyaloğu ve yüzü üzerinden doksan dakikada olabilecek en sarsıcı ve rahatsız edici şekilde anlatır Autumn Sonata.
İnsanın dünyadaki arayışında sevginin yeterli olmayacağını, her kadının anne olmaması gerektiğini, büyümenin geçmişi özlemek değil, hayallerini ve umutlarını taşıyabilmek de olduğunu anlatır aynı zamanda.
Bazen de incindiğimiz yerlerden incittiğimizi.
Elbette hayattan olduğu gibi bu filmden de herkes kendine göre bir gerçeklik algılayacaktır. “Gerçekliği algılamak bir yetenek işidir. Çoğu insanda bu yetenek yoktur. Belki böylesi daha iyidir.”
Belki de kendimize ve çevremize daha az zarar vermek için algılayamayacağımız gerçeklikle yüzleşmeye çalışmazsak bir parça huzur bulabiliriz.
Sibel Atagün
İZDİHAM