Yolculuk.
Kimlik arayışı.
Ötekileşme.
Yabancılık.
Yüzleşme.
Filmografisine hakim olduğunuzda zihninizin ve kalbinizin duvarlarına çarpa çarpa geride kalan bu kavramları bırakan Türkiye’nin en iyi bağımsız yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu. Trabzon kökenli, Sarıkamış doğumlu, öğrenimini Trabzon’da tamamlamış bir mimar olan Ustaoğlu beyazperdeye ilki İFSAK ödülünü kazanan “Bir Anı Yakalamak” olmak üzere yurt içi ve yurt dışından birçok ödül alan kısa filmleriyle adım atar. İlk uzun metraj çalışması 1994 yapımı “İz” ile İstanbul, Köln, Nünberg festivallerinde en iyi film ödüllerini alarak ilk büyük çıkışını yapar. Ustaoğlu çıkışını sürdürerek Güneşe Yolculuk (1999), Bulutları Beklerken (2003), Pandora’nın Kutusu (2008) ve Araf (2011) filmleriyle kendine has üslubu ile auteur yönetmenler arasında sağlam bir yer edinir. Yakın zamanda vizyona girecek olan ödüllü filmi Tereddüt’ü izlemeden önce Ustaoğlu’nun filmografisine şöyle bir göz atalım dedim.
İZ (1994)
Senaryosunu Tayfun Pirselimoğlu’nun yaptığı, Aytaç Arman ve Derya Alabora’nın başrollerinde yer aldığı film, Komiser Kemal’in bir klarnetçinin intihar vakasını incelerken cinayet şüphesiyle derinleştirdiği araştırması esnasında İstanbul’un karanlık sokaklarında karşılaştığı ilişkiler, yüzleşmeler ve acıları izleyicinin merak hissini canlı tutarak anlatmayı başarıyor.
GÜNEŞE YOLCULUK (1999)
Ustaoğlu’nun ikinci uzun metraj çalışması olan ve ülkemizde sansürsüz gösterimi konusunda sıkıntılar yaşanılan Güneşe Yolculuk Kürt kimliğinin 90’lar Türkiyesi gözünden ülkemizde konumlandırılışının işlendiği ötekileştirilmeden kaynaklı bir yabancılık hikayesi.
Suya yansıyan tek katlı bir ev ve bir gencin taşıdığı tabut görüntüleriyle başlayan film Sirkeci Meydanı’nın sabah saatlerindeki görüntüleriyle devam eder. İlerleyen dakikalarda tabutu taşıyan gencin (Mehmet) ve tabuttaki arkadaşının ( Berzan) hikayesine tanık olduğumuzu anlarız. Berzan babasının bir gece yarısı götürülmesi ve bir daha dönmemesi üzerine İstanbul’a gelerek Şirvan’da hayalini kurduğu evi yapabilmek için kaset satarak para biriktirmeye çalışan bir genç adam.
Mehmet, iş bulmak için İstanbul’a gelmiş, kendisi gibi iş arayan göçmenlerle eski bir handa kalan Tireli bir genç.
Mehmet’in sevgilisi Arzu, Almanya’dan gelen işçi bir ailenin kızı. Televizyon alabilmek için gazete kuponu biriktiriyor.
Oldukça esmer olduğu için kendisinin Tireli olduğuna kimseyi inandıramayan Mehmet’in dahil olduğu Berzan’ın hayatı ile batılı bir gencin şahit olduğu olaylarla Kürt kimliğini anlamlandırmaya çalıştığı filmde Arzu ve Mehmet arasında geçen bir diyalog şöyledir:
Mehmet: Polisler Tireli olduğuma bir türlü inanmadılar.
Arzu: Tireli misin sen?
Mehmet: Niye herkes bana bu soruyu soruyor?
Arzu: Bilmem. Tireli olmak için fazla karasın sanki.
Mehmet: Esmer olmak suç mu?
Arzu: Evden niye kovdular seni.
Mehmet : Anlaşılan onlar için de fazla karayım.
Mehmet ve Berzan’ın yolları milli maç sonrası çıkan bir silahlı olayda minibüs şoförüne yardım etmek isterken kendilerinin hayatlarının tehlikeye girmesiyle kesişir ve Mehmet Berzan’ın evine sığınır. Mehmet’in minibüs yolculuğu esnasında yanına bırakılıp kaçılan bir çanta yüzünden başının belaya girmesi, polis sorgusunda polislerin Mehmet’in Tireli olduğuna inanmayarak Mehmet’e işkence etmeleri 90’lar Türkiyesinde bir etnik kimlik olarak Türkiye’de Kürt olmanın potansiyel bir suçlu olarak görüldüğü yapıya ayna tutuyor. Yaşanılan ötekileştirme politikalarına yakından şahit oldukça kendini gittikçe Kürt kimliğine ait hisseden Mehmet’in polis sorgusundan sonra kaldığı evden ve işten atılması ile kendisine Berzan ve arkadaşı Şehmuz’un sahip çıkması devletin politikalarına, toplumsal ötekileştirilmelere ve yabancılaşmalara rağmen dayanışmayı ve yardımlaşmayı ön plana çıkarır. Dönemin arşiv görüntülerinden yararlanılarak aktarılan hapishane olayları, ölüm oruçları sahneleri ile belgesel niteliği de kazanan film Berzan’ın ölüm oruçları sonucunda ölümü üzerine Mehmet’in bir pikap çalarak dostunun tabutunu köyüne, Zorduç’a götürdüğü yolculukla devam eder.
Kendisini İzmir’e ait hissetmeyen Mehmet, toplumun Tire ile yan yana koyamadığı esmerliğini daha da ön plana çıkarmak için saçlarını bir spreyle sarıya boyar. Dostunun yasını tuttuğu evde Şehmuz ve Berzan’ın kendisine öğrettiği halayı duvarları tekmeleyerek tekrar etmeye çalışır ve trende kendisine nereli olduğunu soran birine “Zorduçluyum” diyerek kendisini ait hissettiği kimliğini ifade eder.
BULUTLARI BEKLERKEN (2003)
Yönetmenin yine bir azınlık temalı kimlik arayışı hikayesi olan Bulutları Beklerken 1916 mübadelesi sırasında Tirebolu’dan Mersin’e göç ettirilirken ağabeyi hariç bütün ailesini kaybeden Rum Eleni’nin ya da kendisine sahip çıkan Türk ailesiyle birlikte büründüğü Türk kimliğinin temsili ismi ile Ayşe’nin dramını anlatan belgesel nitelikli filmi.
Güneşe Yolculuk filminde olduğu gibi tarihi bir olayın görüntüleri verilirken arşiv görüntülerinden yararlanılıyor bu filmde de. Böylece karakterle empati geliştirdiğiniz bir anda bir yandan da objektif bir bakış yakalamanız sağlanıyor. Yalnız bu filmi benzer tarihi olayları işleyen filmlerden ayıran bir özellik , Ayşe’nin travmasının olay üzerinden 59 yıl geçtikten sonra , çocukluk arkadaşı Selma’nın ölümüyle en son altı yaşında gördüğü ve yaşayıp yaşamadığından emin olamadığı ağabeyi Niko’nun hayalinin sık sık canlanması ile başlamasıdır. Geçmişin izleri istem dışı olarak sürekli Ayşe’nin hatırına gelmekte ve Ayşe bütün ailesini kaybedip hayatta kaldığı için derin bir vicdan azabı çekmektedir. Kendisine gerçek evlatları gibi sahip çıkan bu ailenin yanında büyüyen Ayşe gerçekte kim olduğunu, Niko’nun nerede olduğunu, kendisini affedip affetmeyeceğini öğrenmeye karar verir ve Ayşe’nin kimlik arayışı başlar. Kendisiyle benzer bir kimlik arayışında olan Tanasis de Tirebolu’ya artık bir yıkıntı haline gelen evine bakmaya geldiğinde her ikisinin de esasında kendilerini tam olarak ait hissettikleri hiçbir yer olmadığını anlarız.
Tarihi olaylara milli hamaset çerçevesinden çıkıp gerçekçi bir şekilde bakmanın, bizden olmayanı ötekileştirmeden anlamaya çalışmanın hayatiyetinin işlendiği filmde 70’li yılların geçmişi İttihatçı devlet yönetimi zihniyetine kadar uzanan Türkçü devlet politikasının yoğun atmosferi hissettirilir. Ayşe’nin evine gelen nüfus memurlarının açık duran televizyonda SSCB lideri Brejnev’in konuşmasına denk gelmesi ve “yüzüne bak tam bir şeytan” şeklindeki gayri müslim düşmanlığı ifadeleri, ölen Selma’nın ardından yapılan meyhane muhabbeti esnasında mezarın açılıp bakılması gerektiği, Selma eğer Müslüman değilse toprağın onu kabul edip etmediğinden bunu anlayacaklarının konuşulması toplumdaki devlet politikasının sirayet ettiği Türk- Müslüman dayatmasına ve ötekileştirilen azınlıkların durumuna dikkat çeken sahnelerden bazıları.
PANDORA’NIN KUTUSU (2008)
“Yitirilen idealler ve sinsice yerini alan konformizm, gerçeklikten kopmalar, ön yargılar…Böylece her an çatırdamaya hazır iki yüzlü aile anlayışı ve bunun yarattığı bunalımlar, kaçışlar, nihilizm, sınıfsal farklılıklar, eğreti ilişkiler, iletişimsizlik, suçluluk, korkular, yapayalnızlık, kısaca insana dair her şey Pandora’nın kutusunda saklı.”
Yönetmenin bu şekilde ifade ettiği 2008 yapımı filmin senaryosu Sema Kaygusuz’a ait. Her biri birbirinden farklı yerlere savrulmuş, her biri birbirinden kopuk bir hayat yaşayan Nesrin (Derya Alabora), Güzin (Övül Avkıran), Mehmet (Osman Sonant) adlı üç kardeşin anneleri Nusret’in (Tsilla Chelton) kaybolduğunu öğrenip Batı Karadeniz’e doğru yola çıkmalarıyla başlar Pandora’nın Kutusu. Beklenmedik bir şekilde bir araya gelmek zorunda kalan üç kardeşin iletişimsizliği, ön yargıları, riyakarlıkları, zayıflıkları annelerinin alzhemier hastası olduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri ve birlikte vakit geçirmek zorunda kalmalarıyla açığa çıkacaktır.
Oğluna ve evine karşı ilgisiz bir eşe sahip, hayatına anlam aramaya çalışan oğlu Murat ( Onur Ünsal )a karşı aşırı müdahaleci ama bir yandan da çevreye muhteşem bir çekirdek aile süsü veren Nesrin’in rahatsız ediciliği ve mutsuzluğu, babasının evi terk etmesinin sorumlusu olarak annesini gören ve onu affedemeyen, yasak bir ilişki yaşayan Güzin’in sevgiye olan ihtiyacı, ailesine, kimseye, hiçbir şeye tutunamamış Mehmet’in yapayalnızlığı ağır ağır dökülür dışarıya. Tüm bu sevgisizlik arasında anneanneyi en iyi anlayan, onun doğduğu büyüdüğü doğaya olan özlemini fark eden, daha doğrusu onu anlamaya çalışan Nesrin’in ailesinden uzaklaşıp kendini bulma çabası veren Murat olur.
Ustaoğlu bu filmde sadece babalarının başka bir kadın için evi terk etmesi gerçeğiyle yüzleşemeyen, bir travma ile hayatın farklı köşelerine savrulan aile fertlerinin birbirinden kopukluğunu vermez. İki yüzlü, sevgisiz ve iletişimsiz bir aile modelinin karşısına umut vaat eden bir aile modeli de koymaz. Bu parçalanmışlığı yüzümüze savurur ve başka bir konuyu daha fark etmemizi sağlar. İnsanın her davranışını programlayan, hafızasını, hatıralarını silen, Nusret’in pencereden güneşi görmek isteyip mekanizmalı perdelerden dışarıya bakmayı beceremediği metropol evlerinin, birbirinden habersiz ve birbirine güvensiz kent insanının karşısına doğayla iç içe taşrayı ve köy yolunda parasını peşin alıp dönüş yolunda benzin getiren köylü örneğindeki gibi birbirine verdiği sözü senetsiz tutabilen taşra insanı samimiyetini karşı karşıya koyar.
Nietzsche’nin Pandora’nın kutusunda kaldığına inanılan umuda dair insana asıl kötülüğü kutuda kalan umudun ettiğini ifade ettiği nazariyesini hatırlarsak Ustaoğlu da bu filmde adeta kutunun içinde de dışında da iyiye dair bir şeyin kalmadığını bize düşenin insanın kirlenmediği doğaya dönmek olduğunu anlatıyor.
ARAF (2011 )
Uzun yolculuklara çıktığımızda gecenin bir yarısı uğradığımız dinlenme tesisleri size neyi hatırlatır? Oldukça steril masalar, tezgahlar ve güler yüzlü personel, uzun yol araçları, karanlık, gece ışıkları, uykusuzluk…
Defalarca gittiğimiz dinlenme tesislerinden birinde 24 saatlik vardiyalarla çalışan, Karabük sınırlarının ötesinde hayalleri olan Zehra( Neslihan Atagül )’nın öyküsü Araf. Zehra’nın kendisi Karabük’te, bir dinlenme tesisinde çalışan bir genç kız olmasına rağmen olmak istediği yer başka bir yerdir. Dünyayı gezmek, ailesinin baskısından kurtulmak istemektedir. Bunun için de biriyle evlenip gitmekten daha kolay bir çare görünmemektedir.
Bir de Olgun( Barış Hacıhan) vardır Zehra’nın iş arkadaşı olup Zehra’ya deli gibi aşıktır. Olgun’un da hayali Acun’un istila ettiği tv kanallarındaki yarışmalara katılıp büyük para kazanmak ve Zehra’yı mutlu etmektir.
Zehra dinlenme tesisinde gördüğü kamyon şoförü Mahur (Özcan Deniz)’a aşık olarak kendisini Karabük’ten kurtaracak ve hiç görmediği başka dünyalara götürecek bir aday yerine koyarak onunla birlikte olur. Ne var ki Mahur, Zehra’nın hamileliğini bile öğrenemeden Zehra’yı terk edecektir.
Filmin konusu, kurgusu, muhteşem görüntüleri, kasvetli havası ve ismiyle o kadar bütünleşiyor ki hiçbir şey eğreti durmuyor filmde. Dünyaları sınırlı, hayalleri kısıtlı, cümleleri eksik, kusurlu bu insanların umudu, umutsuzluğu, yoksunluğu ve hayal kırıklıkları filmin sonunda yüreğinize yumruk yemiş hissiyle kalakalıyorsunuz.
BİTİRİRKEN
Türkiye’nin en katı milliyetçi coğrafyalarından birinde büyümüş Yeşim Ustaoğlu, tarihe eleştirel bir gözle bakmaktan çekinmemesi bunu yaparken göze batacak bir hamaset, yerme politikası ile değil gerçekçi ve empati geliştirici bir dil kullanması ile ülkemizin en cesur ve en özgün kadın yönetmenlerinden biri. Farklılıklara, bizden olmayana tahammülün değerini incelikle veriyor. Kültürel zenginliğin, çeşitliliğin güzelliğini anlatırken evrensel duyguları, sevgiyi, aşkı, dostluğu, paylaşmayı, dayanışmayı hatırlatıyor.
Acıları, yalnızlıkları, kötülükleri, iki yüzlülükleri anlatırken finalde tünelin ucundan ışık demetleri göstererek izleyicinin ağzına bal sürmüyor.
Özetle herkese kendi gerçeğini sunuyor. İnsan bu dünyada yalnız bir canlı. Büyüdükçe çirkinleşen, kötüleşen bir canlı. Birçoğumuz kendi dünyamız içinde başka dünyada yaşayan araftakileriz. Kendini arayan, nereye ait olduğunu sorgulayan, içsel yolculuğunda yapayalnız kalan, hiçbir yere ait olamayan insanlarla dolu dünyamız. Ne yazık ki kutunun içinde saklandığını düşündüğümüz son şeyin iyi mi kötü mü bilmiyoruz.
Yine de bir yerlerde Mehmet’e sahip çıkan Berzan gibi, Zehra’nın yanında olan Derya gibi iyi insanların olduğunu, dünyada insana iyi gelen bir şey varsa birinin içten bir dostluk olduğu birinin de elimizin değmediği, kirletmediğimiz doğa olduğunu biliyoruz.
Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Tereddüt’ü, birbirinin hayatına değen, iki ayrı hayat yaşayan iki kadının hikayesini umut/suzlukla bekliyoruz.
Sibel Atagün, @film_ve_ruya
İZDİHAM