Sibel Atagün, Sinemada Kadın
Sinemada Kadın
Dünya Sineması
İkinci Dünya Savaşı ve Sinemada Kadının Yerinin Değişimi
Dünya sinemasında kadının dikkate değer çıkışını 1946 sonrasına kadar dayandırabiliriz. İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar kadını karakter özelliğiyle öne çıkaran, erkekten ayıran yönler pek vurgulanmazken, bu tarihten sonra kadın bir tehdit unsuru olarak ön plâna çıkıyor. Zira o yıllara kadar pasif olan, aksiyonel olarak bir işlevi olmayan kadın, savaş yıllarında erkeğin yokluğuyla toplumun her alanına el atmıştır.
Bu durum, kadının sinemada da güçlü ve tehlikeli bir simge olarak resmedilmesine yol açmıştır. Kadın, 1946’dan itibaren erkeği pasifize eden, kendi gücünü tasdik için erkeği kullanan “femme fatale” tiplemesini ortaya çıkarıyor. Kadın, erkeği kendine bağladıysa yani onu evlilik tuzağına düşürdüyse, erkek bir zaman sonra, kadının erkeği günlük rutin içerisinde pasifleştiren, iş-ev arasında mekik dokuyan, kadının istekleriyle yönlenen bir eş durumuna sokmuştur. Bazen de kadının, çocuk büyüten, ev işleriyle ilgilenen, erkeğini eve bağlamaktan başka bir gayesi olmayan, bununla yetinen bir kadın değil de; anneliği reddetmiş, gücünü erkeği alt etmek, erkeğin güç sahibi olduğu alanlarda gücü ele geçirmek isteyen gerçek bir femme fatale figürü görülür.
Bu kadın şayet evlendiyse, genellikle çok zengin ve yaşlı birini tercih etmiştir. Çünkü nihai gaye mutlu bir aşk yuvası değil, erkeğinin gücünü ele geçirip, onun söz sahibi olduğu alanlarda kendi gücünü göstermektir.
Bir anlamda kadın artık oyunu erkeğin kartlarıyla oynayacağını, zamana ayak uydurarak ayakta kalacağını söylüyordu sinemada. Kadının bu gücünü maddiyattan alma anlayışı 80’lerde de devam etmiş, dönemin dünyayı kasıp kavuran şarkısında, Madonna’nın o sınır tanımaz aykırı duruşuyla seslendirdiği “dünya materyalist ve ben materyalist bir kadınım” sözlerinde de kendini göstermiştir.
60’lardan 80’lere doğru dünya sinemasındaki bu erkeğin asla bağlanmaması gereken tehlikeli madde kadın figürü anlamı derinleşerek devam etmiştir. Erkek, aşık olma yanlışına düşerse, tüm ipleri kadının eline vermiş olur. Çifte Tazminat, Malta Şahini gibi dönemin kültlerinde de olduğu gibi kadın, samimi olunmaması gereken, daima tedbirli davranılması gereken bir yaratıktır. Eğer erkek zaafını belli ederse, eninde sonunda kadın tarafından yapayalnız bırakılmaya mahkûmdur. Bu nedenle erkek, kadına karşı güçlü görünmek, cool erkek olmak zorundadır.
Türk Sineması
Yeşilçam’ın Kutsal Mesleği
Türk sinemasında başlangıçta kadının yerine baktığımız zaman, yabancı sinemada olduğu kadar psikanalitik çözümlemelere pek de kafa yorulmadığını görüyoruz. Duygusal yoğunluk içerisinde kadına roller biçildiği yeşilçamda, belki de en sık rastlanan rollerden biri nezaketi haiz ifadesiyle “hayat kadını”…
Ayakta durabilmek için, mesleğinin gerektirdiği metanete sahip olabilmek için duygusuz görünmek zorunda olan hayat kadınının içinde yufka bir yürek vardır. Hayatının perde arkasına baktığınızda, çocukluktan gelen travmalar, acıların kadını olmak için yaşanması gereken ne varsa yaşanmış olaylar vardır. Bu mesleği keyfinden yapmıyordur elbette. Bakmak zorunda olduğu, annesinin gece vardiyasında çalıştığını düşünen masum bir çocuk, ya da ilâç bekleyen hasta bir anne. Bazen de kadını bu duruma sürükleyen zalim bir aşıktır. Birbirlerini çılgınlar gibi seven iki aşık, kem gözlü plâtonik aşıkların tuzaklarına düşmüş, yanlış anlaşılmaların kurbanı olmuştur. Kadın ne yaparsa yapsın sevdiğini masum olduğuna inandıramamaktadır. Ya da şantaj fotoğraflarının sevdiğinin eline geçmemesi için “sana bir oyun oynadım genç adam” diyerek göz yaşlarıyla veda edilmiştir aşka. Ve derken kader, o zalim kader kadını ısrarla çemberinin içine almış, kolundan tutup Beyoğlu’nun arka sokaklarında 4. sınıf pavyonlara atmıştır.
O kadın genellikle Ahu Tuğba, Banu Alkan, Müjde Ar olurken daha eskilerde ise bu role girmemiş kadın oyuncumuz neredeyse yok gibidir. Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, ya hayat kadını olmuş ya da pavyonda masalarda zengin iş adamlarını eğlendirmişlerdir.
Her ne olursa olsun kadın, fedakârlığıyla, ezilmişliğiyle, aşkı için canını verişiyle insanlığından hiçbir şey kaybetmeden, hatta katlandığı bu zor meslekten dolayı daha da ulvileşen bir varlıktır Yeşilçamda.
Zalim Kadınlar
Ama Yine de Aşıklar
Sinemamızda kötü kadın deyince akla gelen isimlerden, gençten yaşlısına, Suzan Avcı, Neriman Köksal, Aliye Rona, Semiramis Pekkan ve daha niceleri… Bazıları filmin sonuna kadar vazgeçmeden, yılmadan pençelerini çıkarmış vaziyette, ya çocuğu ailesinden ayırmakla ya da sevenleri ayırmakla meşgûldür. Bazen zalim bir annedir. Her ne pahasına olursa olsun sevenleri kavuşturmayacağına dair kutsal bir yemin etmiştir sanki.
Bazen de filmin sonlarına dair, ne kadar kötülük etmiş olursa olsun kadınlığı, annelik içgüdüsü bir şekilde galip gelecek ve insanlara çektirdiği ezaya tövbe edecektir. Aslında onu masum kılan bir şey vardır. Aşıktır. Sevdiğini başkasına ait olarak görmektense, her türlü kötülüğü yapabilmiştir. Sevmiştir. Kendinden de çok sevmeyi bilememiştir sadece…
Günümüze Doğru
Sinemamızda değişen renkler, kokular, kadına biçilen rolü kökten değiştirmese de, kısmi farklılıklar kendini göstermekte…
Artık kadının ayakları yere daha sağlam basmaktadır. Her yerde, her alandadır. Ve en azından işleri yolunda gitmezse varacağı tek yer hayat kadını olma yolu değildir. Tek başına bir şekilde ayakta durabilmekte, üretebilmektedir. Sadece cinsel kimliğiyle ön plânda değildir bir çok yerde.
Fakat hâlâ zayıflığını gizleyememektedir. Ne kadar güçlü olursa olsun aşık olduğu zaman her şeyini silebilecek kadar gözü kararmakta, sevdiği adamın yanından ayrılmamak için her türlü fedakârlıkta bulunabilmektedir. Sevilse de sevilmese de zayıftır. Seviliyorsa kaybetmekten korkmaktadır, sevilmiyorsa bir daha görememekten. Sevilmeyen ama sevilenin yokluğuna tahammül olmadığından her şeye katlanan, en aza rıza gösteren kadın figürü “Ali’nin Sekiz Günü”nde gayet güzel resmedilmiştir. Aynı üçlemenin diğer filmi “Zeynep’in Sekiz Günü”nde de ne kadar refah içinde yaşarsa yaşasın, kadın sevdiği an dünyası renklenmekte, kaybettiği an karanlığa gömülmektedir.
Ali’nin Sekiz Günü’nde Ali’nin karşılıksız sevdiği kadın da bir başkasını karşılıksız sevmektedir. Bir gece sevdiği adam tarafından hor görülüp dayak yiyince, buna katlanamayan Ali’nin sevdiği adamı öldürmek istemesine karşı ağlayarak ve yalvararak verdiği cevap kadının nelere rıza gösterebildiği, sevilmekten geçip, sevmeye adandığını, erkek karşısındaki zaafının filmde öne çıktığını göstermektedir:
“Ne olur ona dokunma, ben onsuz yaşayamam”
Belki de kadınların bu gizleyemedikleri zaafı erkeğe güç gösterisinden vazgeçmesini gerektirecek bir durum bırakmayacaktır hiçbir zaman. Ve sinemada da kadın hep, seven, seven, karşılıksız veren, terk edilen ama yine seven eş, anne, sevgili olmaya devam edecek.
Sibel Atagün
İZDİHAM