“Gelecekten korkuyorum.
Çinlilerden, afetlerden, kehanette bulunulan felâketlerden. Çocuklar için, Larissa için korkuyorum.
Tanrım bana gelecek için güç ve inanç ver. Seni yüceltecek bir gelecek ver bana! Ben de içinde yer alayım.
Tanrım nasıl perişan bir haldeyim! İçim bulanıyor, kendimi asma noktasındayım. Çok yalnızım ve bu duygu yalnızlığın ölüm olduğunu anladığımda daha da kötüleşiyor. Herkes bana ya ihanet etti ya da edecek.
Ben yalnızım… Ruhumun her zerresi tek tek açılıyor. Ve ruhum korunmasız. Çünkü bu deliklerden içime ölüm yavaş yavaş işliyor. Yalnız olmak ne korkunç! Yaşamak istemiyorum, korkuyorum. Hayatım çekilmez oldu. Niye kendimi bu kadar kötü hissediyorum? Bu kadar bitkin… En azından rüya görür ve bazı rüyalarımda umutlanırdım. Fakat şimdi rüya bile görmüyorum. Korkunç!…” (1)
Dünya sinema tarihinde gelmiş geçmiş en yaratıcı yönetmenlerden biri, hayatı film karelerine şiir gibi sığdıran, gördüklerimizin gerçekliğinden şüpheye düşüren, insanın arayış dolu varoluş çilesini işleyen, düş ve gerçeği iç içe vererek kendi ruh dünyasının zenginliğini gösteren Rus yönetmen Andrei Tarkovsky.
4 Nisan 1932’de oyuncu anne ve ünlü Rus şairi Arseny Tarkovsky’nin oğlu olarak Moskova’da dünyaya geldi. 1960 yılında Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nü bitirdi. İlk uzun metrajlı filmi 1962 yapımı, öksüz bir çocuğun ikinci dünya savaşı sırasında başından geçenleri anlattığı “İvan’ın Çocukluğu” ile Venedik Film Festivali’nde Altın Arslan’ı paylaştı. 1966’da “Andrei Rublev” komünist rejimin tepkisiyle yasaklanırken 1967’de Cannes’te ödül alınca serbest bırakıldı. 1972’de Stanislav Lem’in eseri “Solaris”i, 1975’te “Ayna”yı , 1979’da “Stalker”i, 1982 “Nostalghia” ve son olarak 1986’da“Kurban”ı sinemaseverlerle buluşturdu.
Tarkovsky çocukluğunun ilk darbesini babasının savaş nedeniyle evden ayrılıp yıllar sonra sakatlanarak dönmesiyle yaşar. Annesiyle büyür fakat küçük yaşta annesini de kaybeder. Babası başka biriyle evlenince daha da kendine çekilir.
Öksüz bir çocuğun savaş sırasında başından geçen olayların konu edildiği “İvan’ın Çocukluğu”nun başlangıcındaki düşte de çocuğun anne özlemini görürüz. İvan kızılordunun istihbarat görevinde çalışmaktadır. Sınır karakolunda yüzbaşı Kholin, üsteğmen Galtsev, İvan’ı çok sevmekte ve geri dönüp okuluna devam etmesini istemektedirler. İvan bu kararı kabul etmiş gibi görünüp kaçar. Karargâhta Galtsev ve Kholin onun karşı kıyıya geçmesine yardım ederler. Nihayetinde karşı kıyıya gider İvan. Filmin sonunda savaş kızılordunun zaferiyle biter, üsteğmen yıkılmış bir Alman istihbarat merkezinde idam edilenlerin dosyaları içinde İvan’ın resmini bulur.
Film, bir orman görüntüsüyle başlar. Diğer filmlerinde olduğu gibi burada da ışık – gölge oyunlarıyla, müziğin ritmiyle bağlantılı olay örgüsüyle Tarkovsky, hayatın düşle iç içe olduğunu karakterlerinin düşleriyle yansıtır. Tarkovsky’nin diğer düşlerinde kullandığı uçma isteğini burada, İvan’ın uçma girişimiyle görürüz. İvan telâşlı ve korkulu gözlerle etrafına bakmaktadır. İçinde bulunduğu duruma anlam aramaktadır. Orduda geçirdiği ilk geceden sonraki düşünde de bir kuyunun dibindedir ve kuyunun başındaki annesiyle konuşmaktadır.
Kuyunun dibindeki düş-gerçek arası bu konuşmada da Tarkovsky bütün olumsuzluklara karşı içindeki umudu yansıtır.
İvan: “Yıldızlar derin bir kuyuda da görünür mü anne?”
“Evet”
“Bütün yıldızlar mı?”
“Evet, bütün yıldızlar gece gündüz demeden her zaman görünürler…”
Tarkovsky’nin diğer filmlerinden daha çok kendisini anlattığı “Andrei Rublev” sekiz ayrı bölümden oluşuyor. Birincisinde halkın itirazlarına rağmen balonla havalanan ve bir süre “uçtuktan” sonra yere çakılan Yefim anlatılır. Diğer bölümlerde XV. yüzyılda bir ikon ressamı olan Andrei Rublev’in hikâyesi anlatılır. Rublev’in hikâyesini izlerken Rusya’nın o dönemdeki politik – dini yapısını ve bu kuşatılmış yapı içinde sanatçının yaşamak zorunda kaldıkları hakkında da ipuçları ediniriz.
Andrei Rublev, büyük yazı ustası Feofan Grek ile birlikte çar için düzenlenecek ayinin gerçekleşeceği kilisede boyanacak ikonların yapılmasıyla görevlendirilir. Çevresindeki herkes Rublev’den kıyamet tasvirleriyle insanları günahlarına karşı korkutmasını isterken, kendisi bunu asla kabul etmeyeceğini belirtir. Çünkü Rublev -ki bu da Tarkovsky’nin insanlara bakış açısını gösterir- halkın günahtan çektiği acılarla arındığını ve merhamete ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Çünkü Andrei Rublev gezdiği yerlerde birçok kez dinsel ve siyasi otoritenin, baskının köylüler üzerindeki eziciliğine, prensin kardeşinin şehri yağmalarken zayıf insanları acımasızca öldürdüğüne şahit olmuştur.
Filmin sonunda Çar için yapılan ayinde Rusya’nın gücünü simgeleyecek büyük bir çan yapılır ve ayin sırasında çan ustası bir köşede Rublev’in kollarında ağlamaktadır.
Bu filmde de mükemmel simgesel öğelerin etkileyici kamera hareketleriyle, anlatılmak istenenle müthiş bağlantısını izlemekteyiz. Yine uçma eğilimi ve yere çakılma… Ve kutsal olduğuna inandığı değerler için mücadele eden bir sanatçının siyasi ve dini baskılar yüzünden yaşadığı olayları düşünürsek, Tarkovsky’nin bu filmi neden kendine bu kadar yakın gördüğünü tahmin ederiz. Ayrıca filmde Feofan’ın ağzından dikkate değer cümleler dökülür:
“Bilgelik arttıkça keder de artar. İnsanlık hep aptallığa ve alçaklığa teslim olmuştur. Ve şimdi de bu tekrarlanıyor. Her şey sonsuz bir çemberin içinde devamlı kendini tekrar eder. İsa yeryüzüne geri dönseydi onu yeniden çarmıha gererlerdi…” Bu sözlere karşılık Rublev -daha çok Tarkovsky- “Hatırladıkların sadece kötülüklerse Tanrı’nın gözünde mutlu olamazsın…” şeklinde konuşur.
Genel olarak değerlendirirsek Andrei Rublev; sahne düzenlemesi mükemmel, konudaki örtük benzerliğiyle, dikkat çeken geri dönüş teknikleriyle XV. Yüzyılın Rusya’sının içinde bulunduğu siyasi – dini durumu bir sanatçının yaşamından kesitlerle yansıtıyor. Tarkovsky, Rublev’iyle insanları günahlarla, korkunç azapla korkutanlara karşı merhametle kucak açmaktan yana olduğunu anlatıyor.
Rüya görür gibi film çeken, bizi de kendi atmosferine alan Tarkovsky’nin yine ilginç bir yapımı “Solaris”e de kısaca değinelim…
Johann Sebastian Bach müziğiyle, sıradışı senaryosuyla yine düş-ünmeye sevkediyor bizi Tarkovsky. Solaris isimli içi suyla kaplı bir gezegende, bir uzay üssüne görevli olarak gönderilen Kris Kelvin’in istasyonda yaşadığı garip olayların anlatıldığı film Stanislaw Lem’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Kahramanlarımız uzay üssünde üç kişi olduklarını sanarlar ama Kris’in yıllar önce kaybettiği eşi Hari de buradadır. Hari’nin bünyesi kendi kendini yenilemektedir. Belki de Kris’in bilinçaltında ürettiği bir canlıdır. Sonuçta Kris evine döner ama aslında evinde değildir. Filmdeki bazı mekânların Tarkovsky’nin kendi mekânlarına benzer olarak seçildiğini öğrendiğimizde, Kris’in uzay üssünde yaşadığı kayıplık duygusu, çaresizliği, düşleri, bize Tarkovsky’nin yine kendi ruhunu konuşturduğunu gösteriyor.
“Solaris”te Tarkovsky gerçeği sorgular. Gördüğümüz, yaşadığımızı sandığımız şeyler ne kadar gerçektir? Neye ve kime göre gerçektir? Düşlerin filmde izdüşümü.
Ve birbirleriyle bağlantılı ya da bağlantısız bölümlerden oluşan, Bach müziğiyle örülü 75 yapımı “Ayna”…
Ayna, bölümlerin kimi savaş öncesi döneme, kimi savaş yıllarına, kimi savaş sonrasına ait, başkarakterin birbirinden kopuk görünen anı parçalarıdır. Tarkovsky, “Ayna”da yine kendi varoluşsal problemlerini anlatır. Anne – çocuk ilişkilerini (kendi annesi de burada yer alır) babasının şiirleriyle hayatta yaşadığı kaybolmuşluk duygusunu anlatır. Anne ile çocuğun babalarını beklerken içinde bulundukları psikolojiyi mükemmel bir şekilde yansıtır. Kendi ailesinden de kesitlerdir belki de bunlar… Babaya küskünlük, anneye kızgınlık ve sevgi… Filmin sonlarına doğru Bach müziği eşliğinde uçma sahnesiyle bir düş izlerken Arseny Tarkovsky’nin bir şiirini dinliyoruz.
Adamın sadece bir tek bedeni vardı
Aynı tek hücre gibi
Ruh kabuğundan bitkin ve yorgun
Bozuk para büyüklüğünde
Kulakları, ağzı, gözleriyle
İskeletin üzerine yayılan derisi paramparça ve iz dolu
Saydam tabaka arasından menbalara, buz dağlarına, kuşlara uçar
Sürekli gıcırdayan hapishanesinden gelen sesleri duyar
Tarlalar ve ormanlar titrer
Okyanuslar geri çekilir
Beden yoksa ruh çıplaktır
Gömleksiz beden gibi
Düşüncenin geleceği yok, fikir doğmuyor, kelimeler yok…
Cevabı olmayan bir soru: Kim geri dönebilir?
Pisti terk edemeyen dansçıların olduğu yerden
Başka bir ruhu hayal ediyorum
Başka bir kıyafetle!
Sadaka ve umut arasında gidip gelirken birden tutuşuyor
Alkol gibi ve gölge bırakmadan uçup gidiyor
Geriye anılar kalıyor ve leylakların güzel kokuları
Koş çocuğum ağlama sakın, zavallı Eurydice’nin kaderi,
Dünyanın sonuna doğru sür git
Attığın adımın cevabı verildi ise
Sonrasını kafana takma asla
Dünya, kalbi atan her şeye sinyaller gönderir…
“Stalker” filminden sonra çektiği “Nostalhgia” başyapıtı… Beethoven, Verdi müzikleriyle 1700’lü yılların sonlarında İtalya’ya bir müzisyeni araştırmaya gelen Gorchakov’un yaşadıklarının anlatıldığı yine bir kurban ve beklenen kurtarıcı öyküsü. İtalya’da kendisini ve ailesini dünyanın beklenen sonundan, büyük felaketten korumak için eve hapsetmiş meczup Domenico’yla tanışan Gorchakov, ona verdiği söz üzerine dünyanın kurtarılması için elinde mumla Begno Vignoni’deki bir havuzda sular içerisinden karşı kıyıya geçer ve nihayetinde ölür.
Bu filmde de Tarkovsky hakikat arayışını, ülke özlemini anlatmakta ve birey olarak insanlık adına neler yapabileceğimizi sorgulatmaktadır. Gorchakov’un İtalya’da küçük bir çocukla konuşması esnasında geçen yine bir Tarkovsky şiiri:
Görüşüm kararıyor
İki karanlık, inatçı ok
Duyuşum sendeliyor, babamın evi soluk alıyor gibi…
Filmin nihayetine gelmeden Domenico deliler arasında uzun bir söylev veriyor ve kendini öldürüyor.
Ve “KURBAN”…
Tarkovsky son filmi “Kurban” ile bize veda etmiştir. Ailesiyle doğum gününü mutlu bir şekilde geçirmeyi plânlayan yazar Alexander, televizyonda duyduğu dünya savaşı haberi ve nükleer tehdidi ile şok olur. Tanrı’ya dua ederek ailesi ve dostları için kendini feda eder. Suskunluk yemini eder ve en sonunda evini ateşe verir.
Tarkovsky sevenlerin de fark etmiş olduğu gibi “Kurban”, son filmi olarak sözlere daha fazla yer verilen bir filmdir.
Tarkovsky’nin oğluna adadığı filmin başında Alexander oğlu ile birlikte ağaç dikmekteyken, birilerinin her gün iyi bir şey yapmasıyla dünyanın değişebileceğini söyler. Haberleri izledikten sonra gözyaşları içinde Tanrı’ya yalvarır. Sevdiği her şeyden ve herkesten vazgeçeceğini, suskun kalacağını söyler ve O’nu sevenleri esirgemesi için Tanrı’ya yalvarır. Ve sonunda oğluyla diktiği ağacın görüntüleri eşliğinde ateşe verdiği evin ardından kalan görüntülerle film nihayet bulur.
Tarkovsky bu filmle ölmeden önce son sözlerini söylemiştir adeta. Burada da gerçek olarak algıladığımız şeylerin gerçek olamayabileceğini, görünenlerin ötesindeki metafizik boyutu duyurmaya çalışır. Alexander kendini feda ederken Tarkovsky’e göre büyük bir kararlılıkla yapar bunu. Kendi ifadesine göre “kaderinin efendisi değil hizmetçisidir”. Filmin başında “Keşke biri konuşmayı bırakıp onun yerine bir şey yapsa. Yahut en azından yapmaya çalışsa” der ve suskunluk yemini eder. Konuşmak bir şeyi değiştirmemiştir. Çünkü insanlar gittikçe canavarlaşmaktadır.
Bu filmle ilgili günlüğünde “batı damgalı materyalizmle yaşadığım deneyimlerin baskısı altında ezildikçe ve maddeci düşünce eğitimine maruz kalan insanlığın bu bölümünün çekmek zorunda bırakıldığı acıların -modern insanın hayatın neden kendisi için bütün çekiciliğini kaybetmiş olduğunu, bu hayatı neden giderek daha kuru, anlamsız ve boğucu derecede dar bulduğunu kavrayamamasının ifadesi olan psikozlar gibi- boyutlarını gördükçe bu filme el atma gerekliliğini daha kuvvetle hissetmeye başladım” (2) cümlelerini yazar.
“Kurban”la Tarkovsky, bireyselliğin yitirilmesinin, maddi ilerleme yerine manevi ilerlemeyi mümkün kılacağını vurgular. Sanatını insanın arayışına öncülük ettirir.
İnsanın dünyayı, varlığı sorgulamasını ister Tarkovsky. Dünyadaki kaybolmuşluğunu, yalnızlığını, insanlara duyduğu merhameti, baba özlemini, anne sevgisini, düşsel bir yolculuk içinde anlatır bize. Çaresiz, umutsuz da olsa merhameti salık vermiştir tüm cinayetlere karşı…
Tarkovsky umutsuzluğundan kurtulmak için yaşamı boyunca hakikati aramıştır. Umutsuzdur ve sanatıyla yaşayabilmiştir. Sinemasında bunları şiirsel bir dille okumuştur. Sanatçının mutlak hakikati araması ve sorgulaması gerektiğini vurgulamış, insanların başlarına gelen felâketlerden insanları sorumlu tutmuştur. Bilimselleşme gayretiyle birbirimizi yok ettiğimizi ifade etmiştir sözlerinde.
Ne kadar da haklı çıkıyor her geçen gün… Bizler “Solaris”te çıkacak kapı ararken, ruhumuzu daha iyiye çıkarmak yerine maddeyle görür hale gelmişiz. Ve hep başladığımız noktaya dönmüşüz.
Böyle bir zamanda Tarkovsky gibi ruhsal değer taşıyan her şeye önem veren bir düş şairine sahip olabilseydik keşke.
Bir şeyler değişir miydi yoksa Feofan’ın dediği gibi insanoğlu İsa’yı yeniden bulsa yine öldürür müydü orası bilinmez.
_______________
(1) Andrei Tarkovsky – Zaman Zaman İçinde
(2) Andrei Tarkovsky – Mühürlenmiş Zaman
Sibel Atagün
İZDİHAM