19 Haziran 2024

Sibel Gidici, Veda Tadı

ile izdihamdergi

“Dünya dediğimiz rüyalar âlemi, bir uykudagezerin şaşkınlığı içinde kapısından giriverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak istediğimiz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler,” diyor, Orhan Pamuk Kara Kitap adlı eserinde. Bende o şaşkın uykudagezerlerden biri olduğumu fark ettim. O an yönümü duvarımda asılı edebiyatlara çevirdim. Bir baktım ki vakit vedayı gösteriyor. İçimde hafif bir rüzgâr esmeye başladı. Gözlerimdeki perdeler aralandı. Kaburgalarımın arasında sıkışan ruhuma hüzün doldu. Vedanın tadını hissettim. Önlenemez bir çaresizlikle büyüyordu ve sözcükler… Asimetrik bir kargaşayla çoğaldılar. Anlatılamayanların karanlık sokağına sığındılar. Ürkek adımlarla yaklaştım. Her birine dokundukça, sayfama döküldüler. Kalbimden çekilip birer birer düştüler.  Gökyüzünde uçan bir balonun saflıkla yüzüme göz kırpmasıyla başladı o ilk cümle. Pamuk şekerinin tatlılığıyla harmanlanmış, umarsızca sokaklarda koşup oynadığım yılların kahramanıydı: çocukluğum. Masumiyeti taptaze, dizlerinden başka bir yeri incinmemiş. Tek derdi oyun olan hayatla aynı gayeyi paylaşan küçüklüğümü içimdeki çocuğa teslim ettiğim de ilk gençliğim çıkagelmişti. Hayallerim öylesine coşkuluydu ki. Engin bir denizin sınırsız, asi ruhu oluvermiştim. Dünya, benimle birlikte hissederken zaman beni gerçeklik limanına getirmişti. Sonra bir gemi geldi ve aldı götürdü düşlerimi. Olgunluğun kollarında bulduğumda kendimi, dünyanın bana ait olmadığını, hatta hakikat makyajıyla etrafımı saranların dünyamdan olmadıklarını fark etmiştim. İşte o gün büyümüştüm. Çocukluğum solgun bir hayalet gibi kalmıştı. İlk gençliğim defalarca başa sarıp dinlediğim bir şarkıydı. Uğurlamalarıma güven duyguma veda ederek devam etmiştim. Çoğalan kırgınlıklarımı yorgunluklarım sarmalarken, kalan bir tutam güvenimde gitmemek için direniyordu. Ayrıldıkça ayrıştım. Yarım kaldıkça içimde tamamlandım. Herkesi her şeyim sanırken, her şeyim olanı aynaya bakınca tanıdım. Ne çok veda sığdırmıştım, o gözlere. Sokağım, mahallem, balkonum…  Biriktirdiğim her bir hikâye yolculuk vakti gelen kara tren gibiydi. Ömrü bitince yeni sayfalar açılsın diye ıslığını çalıp gitmişti. Sırada geçmişe dokunabildiğim, bana yadigâr o eşyalar vardı. Köhne duruşlarına rağmen bir parçam onlarlaydı. Kurallara meydan okurcasına sahiplensem de can çekişen bir eskilik koparmıştı onları da. Durdum. Bir mısra yankılandı, Cahit Zarifoğlu’ndan zihnimde: “İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi.”

Yaşımızı yılların arasında katık edip zamana yedirdikçe, umutlarımızın yerini korkularımız aldı belki de. En sevdiklerimizi yitirme kaygısını kesik kesik soluyorduk, geçip giden günlerde. Toprak sıcaktı, bağrına almayı severdi, en çok da kendine benzeyeni. Aşık Veysel boşuna dememişti “sadık yârim” diye. O yârini alırken içimizde yarlar açıldı. Özlemek hiç bu kadar yakın olmamıştı. Sessizce uzaklara karışan ne varsa sığdırdık oraya. Artık koca bir hayat, veda tadı bulaşmış gönül çekişlerinin izinde saklıydı.   

İZDİHAM