Sıdıka Erel, Kasetçalar
“Ver benim sazım efendim ben gider oldum
Süremedim lavantayı konsola koydum.”
Tanışmalarına vesile olan, mutlu yuvalarının başköşesinde duran bir kasetçalar.
En sevdikleri türkü süzülüp geçti evlerinin içinden. Biraz mırıldandı, biraz karıştırdı sözlerini ama yine de sonuna kadar söyledi türküyü. Genç kadın dalga geçti, güldü.
“Sesine de hiç yakışmıyor şu türkü.”
Adam yerinden doğrulup kadının omzuna dokundu hafifçe ve yanağını öptü damla damla akan bir çeşmeden usulca su içer gibi. Gülümsedi.
“Sanki sana pek yakışıyor.”
Sonra birlikte güldüler. Gülmeyi ilk kez öğrenmiş gibi, bile isteye. Yeni bir keşfe çıkmış gibi. Sanki bir mucizeye şahit olmuş gibi. İkisinin de gözlerinin içinde mumlardan konvoy vardı âdeta. Öyle farklıydı o gün dünya. Öylesine güzeldi onlar için.
Adam pencere kenarındaki menekşelere yöneldi sonra. Tek tek suladı hepsini. Mor, mavi, beyaz… Güzel karısından daha az güzel. O zaten evlerinin en güzel çiçeği. Ama menekşeleri de olmazsa olmaz. Çok seviyorlar çünkü. Birlikte bir çiçek büyütmek. Bir güzelliğe daha birlikte şahit olmak. Belki bir gün karısı kadar da güzel bir kız çocuğu… Şarkının da dediği gibi “…gözleri aşka gülen…”
Kadın saçlarını savurdu. Dalgalı, kestaneden bile güzel renkli, beline kadar uzanan güzel saçları vardı. Çerçevesi gümüş renkli, gösterişli -ama karısından daha az heybetli- aynanın karşısına oturdu. Saçlarını taramaya başladı yine. En çok saçlarını tararken izlemeyi severdi onu. Dünyadan göçer gider gibi olur, farklı farklı alemlerde bulurdu kendini. Her seferinde “Allah’ım!” derdi, “Bendeki emanetini ondan önce al.” Yine geçirdi içinden, düştü bir hataya tekrar. Sonra çok utanır, kızarır, başını önüne eğer af dilerdi Rabbinden. “Sen nasıl bilirsen, hayırlısını ver Allah’ım.” derdi. Bu da oldu. Genç kadın fark etti yine. Her gün bambaşka bir şey fark ediyordu. İncinerek, inciteceğinden korkarak, tereddütlü ama güzelden de güzel bakıyordu adam sanki her saniye, her dakika ona. Değerli bir mücevher gibi hissediyordu onunlayken.
“Ben dağ gibi bir adamı hak edecek ne yaptım ki?” diyerek doğruldu yerinden. Gözleri gözlerini buldu.
Bir kırılma sesi. Kalp kırığı. Belki bir de fincan düşmüş olabilirdi yaşlı adamın elinden. Daldığı o güzel hülyadan sıyrıldı. Elleri titriyordu artık. Bir zamanlar canı, cananı için heyecanından, mahcupluğundan titrerdi oysa elleri. Birkaç damla gözyaşı süzüldü gözlerinden. Başını çevirdi. Uzun uzun baktı o aynaya. Hiç dokunmamıştı o gitti gideli bir şeye. Fotoğrafına uzattı hüzünlü bakışlarını. Oturduğu yerden, aynı kasetçalara vardı gitti elleri istemsizce. Gözlerini doğan güneşe teyelledi.
“Benim gönlüm arzu çeker tomurcuk güller
Aman kader kısmet böyleymiş ne yapsın eller?
Ah ne yapsın eller?
Ver benim sazım efendim ben gider oldum
Süremedim lavantayı konsola koydum.”
Sıdıka Erel, Deruhte Dergisi
İZDİHAM